
“Başlayabiliriz, sanırım.” Dinlemiyor gibiydi. Tepeden tırnağa süzdü beni. “Pantolon olmamış.” Dedi. Onun ısrarıyla bir gömlek, kravat, ceket uydurup giymiştim, kot pantolonum üzerimde kalmıştı. Giyecek doğru dürüst kumaş pantolonumun olmadığını, takım elbisemi
“Hazırım efendim.” Dedim. “İyi peki, kendini biraz olsun memur gibi hissedebiliyor musun?” diye, sordu. Gömlek, kravat ve ceketle kendimi memur gibi hissetmek arasındaki bağı tam kuramadım ama bu bıktırıcı seremoniden çabuk sıyrılmak için “Evet, bu sıcakta memur olmanın hazzını tadabiliyorum.” Dedim. Bu sözüm, böyle bir etki beklemediğim halde, çok hoşuna gitti. Göbeğini hoplata hoplata epey güldü. “Ya, bu sıcakta neler çekiyoruz anla işte.” Dedi, gülmesi sürüyordu daha. Edeplice gülümsedim, başka ne yapabilirdim ki? “Tamam, neler var elimizde?” Yüzüme o kadar kararlı baktı ki, bir an sahiden kendimi amirimin karşısında hissetim. Neredeyse kekeleyecektim. “Elimizde ne mi var, yani siz bana söyleyecektiniz.” Diyebildim. Şekerlemeden yeni kalktığı için olmalı üzerinde bir uyuşukluk vardı. Kendini sandalyeye iyice yaydı ve başladı. “Madem böyle bir işe başladın, e, ne yapalım çaresiz yardım edeceğiz.” dedi, o, müthiş özgüveni beni sürekli şaşırtıyordu. Sanki ben ona teklif etmiştim “Gel bana danışmanlık yap!” diye. Onun tatiliyle yeğenimin nişanının aynı zamanlara denk gelmesi de benim kabahatim değil. Nişan törenlerinden sonra bir gün daha kalmaya karar verdiler, çok sevdiğim dayımlar. Evet, kendilerini severim, hem o, iyi bir komiserdir. Gerçekten iyidir işinde. Ama her şeyi de bilmese olmaz mı sanki? Komiser dayımın masamın üzerindeki dağınık sayfalara bakmasıyla başladı zaten bu danışmanlık

Dayım, nereden başlayacağını düşünmeye başladı. Aslında ilk memurluk günlerine döndüğüne eminim. Üniformayı üzerine ilk giydiği ve aynaya ilk baktığı günü hatırlıyor olmalıydı. Yüzündeki tebessüme ve içine düştüğü melankoliye bakılırsa, öyleydi. Kafasını sağ yana eğip tavana bakmaya başladı. İçimden, şimdi görüntü bulanıklaşacak ve siyah beyaz bir şerit akmaya başlayacak, diye geçiriyordum. Başladı anlatmaya:
“Memurluk dediğin öyle basit bir şeydir ki, sen bile yaparsın. Herkes yapar, böyle anla yani. Ancak, kimden alır kime verirsin bir düşünmek lazımdır. Dürüst olmalısın, memursan. Yahu, mecbursun böyle olmaya. Yaptığın işi ancak Allah hakkıyla değerlendirebilir. Başkası havadır. Ona bakacak olursan gerçekten hava alırsın.” Dudaklarını büzdü, yüzünü buruşturdu ve “Bunları boş ver, zaten kimsenin taktığı yok, ben sana esaslı bir anımı anlatayım.” dedi, aniden de gülmeye başladı. Niçin durup durup güldüğünün psikolojik arka planı ile ilgili bir tahminde bulunmam çok zor oluyordu. Keyifle anlatmaya başladı:
“Görev yerlerimden birinde sevimli bir haydut vardı. Canım, haydut dediğim, işte hakkını dibine kadar arayan ve devamlı hır gür çıkaran tiplerden. Bu, bizim haydut gene böyle bir kavgadan sonra...”
O, anlatıp duruyordu. Dinlemenin zor olduğu demlerdi. Sıkı sıkı giyinilecek hava değildi. İzin isteyip ceketimi çıkardım, kravatımı gevşettim. Gözlerimi bir an olsun ondan ayırmıyordum, ama zihnimi ona vermem çok zordu. Bu anıyı yazabilmem imkansız olmuştu neredeyse. Birinin bana, hikaye olsun diye anlattığı şeyler kâğıda dökülemiyor pek. Gülümsenecek yerlerde gülümsüyordum. O, benim dayımdı. Güzel bir anlatışı da vardı ki, dinleyemediğime üzülüyordum. Çocukluğumdaki dayımı aradım hayalimde. Onu, sadece bayramlarda görmüştüm sanırım. Onu ne zaman hayal etmeye çalışsam hep bayramlarla birlikte hatırlıyorum. O zamanlar tığ gibiydi. Üniformalı görebilmek için yalvardığımı biliyorum. Resimlerini gösterirdi bana. Şimdi biraz daha iyi anlıyordum onu. O zamanlar, insanlar, karşılarında bir polis olmasının kendilerine yönelmiş bir tehdit olduğunu düşünüyorlardı. Bu tehdit algılamasının hangi arka planları olduğunu kavrayabilecek kadar büyümemiştim henüz. Dayım, kendi babasının bile, üniformalıyken yüz hatlarında gerginlikler sezdiğini söylediği zaman içimde bir yer sızlamıştı. Akrabalarının arasına böyle girmek istemiyordu. Hayır, görev yeri bambaşka bir yer olabilirdi, bunun önemi yoktu. İnsanlar, hatta kendi arkadaşları bile uzak duruyorlardı dayımdan. Bunu sezebiliyordum. Her karşılaşmalarında güreşe tutuşmalarını da hatırlıyorum çünkü. Sonra sonra dayım da kanıksadı bu durumu. O da diğerlerinden koptu sanki. Konuştuklarına dikkat etmeye çalıştı yıllarca. O anlatınca herkes can kulağıyla dinlerdi. (Hâlâ öyle) Ağzından bal damlardı. İnsanlarla mesleğini paylaştığını hiç hatırlamam. Şimdilerde rahatlıkla mesleğiyle ilgili de konuşabiliyor.
Dayım, anısını anlatmaya devam ediyordu. Bir ara dalgınlığım çok belli olmuş olmalı ki, seslendi. “Ne düşünüyorsun?” Öyle sordu ki, sanki kendisini anlayan biri vardı karşısında. Geçen onca sıkıntılı yılını anlayıveren ve bu anlayışı bir bakışıyla paylaşıvereceği birini bulmuştu sanki. Anısının bütün komik taraflarını bir tarafa bırakmıştı. Yaptığımız şey bir kenarda kalmıştı. Yüz hatları düştü. Gözleri yere kaydı. “Ne düşünüyorsun?” diye, yineledi. Toparlanamazdım çünkü, sorduğu şeyi düşünüyordum. (En azından, öyle olduğunu sanıyordum.) Kravatımı yavaşça çıkardım, doğrudan yüzüne bakıyordum. “Bir ömrün daha olsa?” diye sordum. Küsmüş bir gülümseme yayıldı dudaklarına. Gözleri daha bir çukurlarına kaçtı. “Komiser Mustafa, diye anılacağım değil mi? Başka da bir şey olmayacak insanların dilinde. Komiser Mustafa! Üniformayı giydiğim gün kaybettim ben sizi.” Hayır, işte bunu yapamazdı. Kendini kaybedilmiş bir aile üyesi gibi görmeye hakkı yoktu. “Hayır, dayı. Düşündüğün gibi değil. Bu başka bir şey. Eksilen şey sen değildin. Başka bir şeydi, bambaşka, senin ve benim suçum olmayan başka bir şey.” Gülümsemesini kesti, yapmacık bir ciddiyetle, “Komiser dayını yazarsan kulaklarından asarım seni!” dedi. Yazamadım zaten, beceremedim.

0 Response to "Ben bir zamanlar"
Yorum Gönder