CEMAAT Mİ, CEMAATLER Mi?
M.Uysal
Allah'ın fizik kanunları olduğu gibi (Sünnetullah) sosyal kanunları da var.
Sosyal psikolojinin ve sosyolojinin inceleme alanlarından biri olan gruplar (cemaat, cemiyet) yararlı ve zararlı sonuçlar doğururlar bulundukları toplumlar için. Her grup kendi içinde, diğerinden daha iyidir, daha güzeldir, daha akılcıdır, daha zekidir, daha güçlüdür... Uzar gider. İçinde bulunulan gruba göre diğer gruptakilerin hepsi aynıdır. Hepsi çirkin, kötü, yetersiz, akılsız... Biz bilincini aşılar gruplar insanlara. Bu biz bilinci aynı zamanda siz bilincini de beraberinde getirir ki, işte sıkıntı burada başlar.
Her neyse konumuz bu değil, daha fazla ayrıntıya girmeyelim.
Asıl konumuza girelim.
Tarih ile sabittir ki, bu gruplar dinde var olduğu an normal gruplardan daha sert ve keskin bir şekle bürünür. En kanlı ve vahşi kavgalar ve savaşları dindeki gruplar meydana getirir çoğunlukla. Din içindeki gruplar (Bugün anladığımız manada cemaatler) kardeşlik ve dayanışma üretemezler toplum adına. Ürettikleri, kavga, sürtüşme, çıkar çekişmesi, genişleme alanı gerginliği ve düşmanlıktır.
Allah der ki:
"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar."
Raviler der ki:
"Ümmetimin ihtilafı rahmettir."
Keşke sonrakiler bunu tevil etmek için ciltlerce kitap yazmak yerine ilk başta raviye sorsalardı hangi konuda ihtilafta rahmet var, diye. (Bu rivayetin tevilleri için araştırma yapınız. Çok geniş bir konu.)
Bugünkü haliyle, her cemaatin (Bu kelime grupların ümmetten çaldıkları bir kelimedir.) kendi imamı, kendi kitabı, kendi merkezi, kendine has ibadetleri vs... ile nasıl olacak da toplumsal dayanışma üretilecek? Akl-ı evvel yazarlarımız Cumhurbaşkanına tavsiyede bulunup cemaatleri güçlendirin, diyor. Bu akılla ancak eskiyi tekrar yaşarız.
Allah madem dağılıp ayrılmayın, diyor o zaman çözüm bellidir. Tek merkez mescit (Cami) olacak. Camiler tek merkez haline geldikten sonra çözümleri konuşmaya başlayabiliriz. Zikir yapacak olan orada, herkese açık yapsın. Yardım, bağış falan toplayacak olan orada herkese açık yapsın ve hesabını da orada versin. Gizli konuşacak olan caminin bir köşesinde konuşsun. Toplantı yapacak olan orada yapsın. Kermes yapacak olan cami avlusunda yapsın. Sohbet yapacak olan camide yapsın...
İnsanların aklını ve güvenini daha fazla bulandırmanın anlamı yok. Bütün bunların hesabını öndekiler daha feci ve sert verecekler ve takipçileri de aynı hesaba ortak olacaklar.
PODCAST
30 Nisan 2017
19 Nisan 2017
Geleceğe Kutlu Doğum Mektubu
Geleceğe Kutlu Doğum Mektubu
M.Uysal
Evladım, bu kutlu doğum diye ortaya atılan şeyi ilk olarak, laik Türkiye Cumhuriyeti içinde bulunan kurumlar icat ettiler ve sonra bir cemaat sahiplendi, sonra hükümetler sahiplendi, sonra bütün vatan sathına yayıldı. Yani kökenlerini elçi döneminde, sahabe döneminde, İslam tarihi içinde arayarak zamanını kaybetme. 1989 yılında böyle bir şeyi başlattılar ve bizim, sonraki kaynaklarda geç dönem bulduğumuz ve sonradan ihdas edilmiş olduğunu hala anlatamadığımız mevlid kandiline denk getirdiler ve sonra nisan ayında karar kıldılar. (Ki, şu an siyer kaynaklarını derince taradığında Rasulullah’ın doğum tarihini net olarak bulamazsın ve zaten gerekli de değildir. Yıl olarak bile farklı rivayetler vardır. Gerekli olsaydı Allah net olarak işaretlerdi.) Özellikle belirtiyorum, laik bir yapının bunu yaptığını zira dindarlar yapsa bidat diye tefe koyarlardı. O zamanlar çok tuhaf bir ülkeydik doğrusu, uzun uzun anlatmayacağım. Tarih kitaplarına bakıver.
Her neyse…
Şimdi iyi dinle evlat!
Özellikle sosyal meselelerde ortaya örf, adet, gelenek koymak büyük meseledir. Zaten ilk yapanlar bunu böyle olsun diye yapmazlar. Bir gereklilikten dolayı bir şey yaparlar ve sonrakiler bu gerekliliği sürdürürlerken daha sonra gelenler artık o gerekliliğin ne olduğunu bile unutup yeni kurallar da ekleyerek onu sürdürürler. İlk yapanlar sonrakilerin yaptığını görseler gülerler ama artık iş işten geçmiştir, gelenek haline gelmiştir. Gelenek dediğin de sosyoloji de dün, bugün ve yarını içine alır. Geleneklerin gereksizliğini, faydasızlığını söylemiyorum örnek veriyorum sadece. Hatta bazı gelenekler çok da elzemdir toplumlar için.
Din konusuna gelince…
Din konusunda biliyorsun, Rasülullah sonradan olan ve dinin alanına girecek şeyleri bidat olarak nitelemiş. Sonrakiler iyi bidat kötü bidat falan diyerek olayı budamışlar ve bu iyidir, deyip bir şeyler yapmışlar.
Dahası…
İnsanlardan bazıları çok sevdikleri kullar olan bazılarını takip etmişler hayatlarında. Öldüklerinde ise bunları unutmayalım belli günlerde analım demişler. Daha sonrakilere kalan hikayelerin üzerine daha fazlası bindiği için onlar da demişler ki, bunları anmakla kalmayalım resimlerini yapalım. Daha sonrakiler heykellerini dikmiş daha sonrakiler tanrı ile aracılık yapacaklarına dair rivayetlerden yola çıkıp kendilerini tanrıya yaklaştırması için tapınmaya başlamış… Uzar gider işte.
Din konusunda insanlar şöyle yaparlar: Yeni bir şeydir ama olsun bu vesile ile insanlar hem bilinçlenmiş olurlar, derler iyi niyetle. Onlara şunu sormak istiyorum: Bu başlattığınız şeyin yüz yıl sonra hangi açı ile nereye doğru sapacağına dair bir bilginiz var mı? Siz iyi niyetle bir şey koydunuz ortaya fakat bunu Allah’a, Rasulüne sordunuz da mı yaptınız yoksa kendi aklınız size bunu güzel gösterdiği için mi yaptınız yahut yapılmasında sakınca görmediniz? İyi niyetiniz yüzyıllar sonra işe yarayacak mıdır acaba?
Şöyle bir hikaye anlatılır:
Adamın biri dağ başındaki kuyuya atıyla gelmiş ve bir kazık çakmış yere, atını bağlamak için. Sonrakiler de bu kazığı kullansınlar, diyerek yerinde bırakmış giderken. Başka bir adam gelip yerdeki kazığı görmüş ve bu kazığa biri takılır düşer bir yerini acıtır, diyerek kazığı sökmüş. Bunu anlatanın hükmü şöyle: Her ikisi de sevap kazanmıştır.
Mümkün mü sizce bu ikisinin de doğru yapmış olması? Bence mümkün değil. İki ayrı durum var ortada. Üstelik bir kazık meselesinde bile bu kadar detay çıkacak birazdan. Kaldı ki, dini veya sosyal bir durumda ikisinin de sevap alması yani iki doğrunun olması mümkün değil.
İlk olarak o kazığı ilk adam acaba doğru yere mi çakmıştır? Doğru yere çakmadıysa hata etmiştir. Ki, çıkaran adamdan anlaşılıyor ki doğru yerde değil ayakaltı bir yerde kazık. Diyelim adam doğru yere çaktı kazığı ve sonraki adam bu kazığı hiç gereği yokken ve yeri doğruyken çıkardı yani kimseye zararı olmayacak yeri yanlış yorumladı. Niye ikisi de doğru olsun bu durumda?
Bu kazık hikayesini dini veya sosyal durumlara uygulayan insanların bir kez daha düşünmesini istiyorum.
Evet, kutlu doğum dediğiniz şey bir sapmadır. Bir özentidir. (Başka elçilerin haftaları vardır da bizim niye yoktur? Noel.) Diğer haftalarda olduğu gibi kapital sistemin çarkları için hareket sebebidir. Kutlu doğum hediyeleşmesi ile kutulu doğum haline gelmek üzeredir. Hiç olmayan bir şeyi toplumsal bir kutlama ve anma merasimleri olarak toplumun gündemine soktunuz. Evet, bu bir sapmadır bizden öncekiler böyle bir şey yapmıyorlardı. Bu vesile ile peygamber anılıyormuş falan… Bu vesile dediğiniz şeyler olmadan önce anmıyor yahut anlamıyor muyduk? Sahi anlamıyor muyduk? Sahi, bu vesile ile anlayan çıktı mı? Rasulü tanımak, tanıtmak ve anlamak için ne gerekiyor, hiç düşündünüz mü? Gelin bunun üzerine kafa yoralım o zaman. Geçenlerde öğrencilere sordum Rasülullah’ın mirasını, en büyük mirasını… Sizce hangi cevabı vermiş olabilirler? Çalışma yapmak için hafta bekleyen zihniyetten her vesile ile ve her gün planlı olarak çalışan zihniyete evirilmedikçe zor işimiz.
Bu, bir sapmadır. Siz dersiniz, minicik hatta zerre kadar bir sapma ben derim, bildiğin sapma… Bu sapmanın zamanla kaç dereceye ulaşacağını ne ben hesaplayabilirim ne bu kutlu doğumu uyduranlar. Vazgeçin, diyeceğim ama kime? Devlete böyle bir şey söylenebilir lakin artık dinin kurumları ve dindarlar da bu işi epey sindirmiş ve sevmiş durumda. Ki, bu uyarı bile lanetli birinin hezeyanları olarak okunacak muhtemelen. O yüzden diyorum ki, bu uyarıyı siz önemsediyseniz en azından siz bulaşmayın ve elinizin altındakileri bu konuda uyarın. Bir şey gördüm ve bu gördüğümü size de söyledim.
Allah'ım, biliyorsun ki bunu ben icat etmedim ve kutlamadım da.
M.Uysal
Evladım, bu kutlu doğum diye ortaya atılan şeyi ilk olarak, laik Türkiye Cumhuriyeti içinde bulunan kurumlar icat ettiler ve sonra bir cemaat sahiplendi, sonra hükümetler sahiplendi, sonra bütün vatan sathına yayıldı. Yani kökenlerini elçi döneminde, sahabe döneminde, İslam tarihi içinde arayarak zamanını kaybetme. 1989 yılında böyle bir şeyi başlattılar ve bizim, sonraki kaynaklarda geç dönem bulduğumuz ve sonradan ihdas edilmiş olduğunu hala anlatamadığımız mevlid kandiline denk getirdiler ve sonra nisan ayında karar kıldılar. (Ki, şu an siyer kaynaklarını derince taradığında Rasulullah’ın doğum tarihini net olarak bulamazsın ve zaten gerekli de değildir. Yıl olarak bile farklı rivayetler vardır. Gerekli olsaydı Allah net olarak işaretlerdi.) Özellikle belirtiyorum, laik bir yapının bunu yaptığını zira dindarlar yapsa bidat diye tefe koyarlardı. O zamanlar çok tuhaf bir ülkeydik doğrusu, uzun uzun anlatmayacağım. Tarih kitaplarına bakıver.
Her neyse…
Şimdi iyi dinle evlat!
Özellikle sosyal meselelerde ortaya örf, adet, gelenek koymak büyük meseledir. Zaten ilk yapanlar bunu böyle olsun diye yapmazlar. Bir gereklilikten dolayı bir şey yaparlar ve sonrakiler bu gerekliliği sürdürürlerken daha sonra gelenler artık o gerekliliğin ne olduğunu bile unutup yeni kurallar da ekleyerek onu sürdürürler. İlk yapanlar sonrakilerin yaptığını görseler gülerler ama artık iş işten geçmiştir, gelenek haline gelmiştir. Gelenek dediğin de sosyoloji de dün, bugün ve yarını içine alır. Geleneklerin gereksizliğini, faydasızlığını söylemiyorum örnek veriyorum sadece. Hatta bazı gelenekler çok da elzemdir toplumlar için.
Din konusuna gelince…
Din konusunda biliyorsun, Rasülullah sonradan olan ve dinin alanına girecek şeyleri bidat olarak nitelemiş. Sonrakiler iyi bidat kötü bidat falan diyerek olayı budamışlar ve bu iyidir, deyip bir şeyler yapmışlar.
Dahası…
İnsanlardan bazıları çok sevdikleri kullar olan bazılarını takip etmişler hayatlarında. Öldüklerinde ise bunları unutmayalım belli günlerde analım demişler. Daha sonrakilere kalan hikayelerin üzerine daha fazlası bindiği için onlar da demişler ki, bunları anmakla kalmayalım resimlerini yapalım. Daha sonrakiler heykellerini dikmiş daha sonrakiler tanrı ile aracılık yapacaklarına dair rivayetlerden yola çıkıp kendilerini tanrıya yaklaştırması için tapınmaya başlamış… Uzar gider işte.
Din konusunda insanlar şöyle yaparlar: Yeni bir şeydir ama olsun bu vesile ile insanlar hem bilinçlenmiş olurlar, derler iyi niyetle. Onlara şunu sormak istiyorum: Bu başlattığınız şeyin yüz yıl sonra hangi açı ile nereye doğru sapacağına dair bir bilginiz var mı? Siz iyi niyetle bir şey koydunuz ortaya fakat bunu Allah’a, Rasulüne sordunuz da mı yaptınız yoksa kendi aklınız size bunu güzel gösterdiği için mi yaptınız yahut yapılmasında sakınca görmediniz? İyi niyetiniz yüzyıllar sonra işe yarayacak mıdır acaba?
Şöyle bir hikaye anlatılır:
Adamın biri dağ başındaki kuyuya atıyla gelmiş ve bir kazık çakmış yere, atını bağlamak için. Sonrakiler de bu kazığı kullansınlar, diyerek yerinde bırakmış giderken. Başka bir adam gelip yerdeki kazığı görmüş ve bu kazığa biri takılır düşer bir yerini acıtır, diyerek kazığı sökmüş. Bunu anlatanın hükmü şöyle: Her ikisi de sevap kazanmıştır.
Mümkün mü sizce bu ikisinin de doğru yapmış olması? Bence mümkün değil. İki ayrı durum var ortada. Üstelik bir kazık meselesinde bile bu kadar detay çıkacak birazdan. Kaldı ki, dini veya sosyal bir durumda ikisinin de sevap alması yani iki doğrunun olması mümkün değil.
İlk olarak o kazığı ilk adam acaba doğru yere mi çakmıştır? Doğru yere çakmadıysa hata etmiştir. Ki, çıkaran adamdan anlaşılıyor ki doğru yerde değil ayakaltı bir yerde kazık. Diyelim adam doğru yere çaktı kazığı ve sonraki adam bu kazığı hiç gereği yokken ve yeri doğruyken çıkardı yani kimseye zararı olmayacak yeri yanlış yorumladı. Niye ikisi de doğru olsun bu durumda?
Bu kazık hikayesini dini veya sosyal durumlara uygulayan insanların bir kez daha düşünmesini istiyorum.
Evet, kutlu doğum dediğiniz şey bir sapmadır. Bir özentidir. (Başka elçilerin haftaları vardır da bizim niye yoktur? Noel.) Diğer haftalarda olduğu gibi kapital sistemin çarkları için hareket sebebidir. Kutlu doğum hediyeleşmesi ile kutulu doğum haline gelmek üzeredir. Hiç olmayan bir şeyi toplumsal bir kutlama ve anma merasimleri olarak toplumun gündemine soktunuz. Evet, bu bir sapmadır bizden öncekiler böyle bir şey yapmıyorlardı. Bu vesile ile peygamber anılıyormuş falan… Bu vesile dediğiniz şeyler olmadan önce anmıyor yahut anlamıyor muyduk? Sahi anlamıyor muyduk? Sahi, bu vesile ile anlayan çıktı mı? Rasulü tanımak, tanıtmak ve anlamak için ne gerekiyor, hiç düşündünüz mü? Gelin bunun üzerine kafa yoralım o zaman. Geçenlerde öğrencilere sordum Rasülullah’ın mirasını, en büyük mirasını… Sizce hangi cevabı vermiş olabilirler? Çalışma yapmak için hafta bekleyen zihniyetten her vesile ile ve her gün planlı olarak çalışan zihniyete evirilmedikçe zor işimiz.
Bu, bir sapmadır. Siz dersiniz, minicik hatta zerre kadar bir sapma ben derim, bildiğin sapma… Bu sapmanın zamanla kaç dereceye ulaşacağını ne ben hesaplayabilirim ne bu kutlu doğumu uyduranlar. Vazgeçin, diyeceğim ama kime? Devlete böyle bir şey söylenebilir lakin artık dinin kurumları ve dindarlar da bu işi epey sindirmiş ve sevmiş durumda. Ki, bu uyarı bile lanetli birinin hezeyanları olarak okunacak muhtemelen. O yüzden diyorum ki, bu uyarıyı siz önemsediyseniz en azından siz bulaşmayın ve elinizin altındakileri bu konuda uyarın. Bir şey gördüm ve bu gördüğümü size de söyledim.
Allah'ım, biliyorsun ki bunu ben icat etmedim ve kutlamadım da.
17 Nisan 2017
Allah’a Teşekkür Edilir mi?
Allah’a Teşekkür Edilir mi?
M.Uysal
Şükür kelimesi Türkçe değil.
Teşekkür kelimesi Arapçadan Farsçaya oradan da Türkçeye geçti, kökeni “Şükür” kelimesi…
Her neyse anlamlarına bakalım şimdi de.
Teşekkür: İsim, Arapça. Yapılan bir iyiliğe karşı duyulan kıvanç ve gönül borcunu anlatma. (TDK)
Şükür: şükür -isim Arapça 1. isim Tanrı'ya duyulan minneti dile getirme. 2. Mutlu bir olay veya durumdan, yapılan bir iyilikten duyulan hoşnutluğu bildirme. (TDK)
Arapça şkr kökünden gelen şukr شكر "teşekkür etme, minnet duyma, övme, yüceltme" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça şakara شكر "minnet duydu, şükretti" fiilinin masdarıdır.
Görüldüğü üzere Araplar Allah’a rahatça şükrediyorlar. Dilleri Arapça ve Kur’an onların diliyle indiği için Kur’an’da onlara emredileni rahatça yapıyorlar. Örneğin: لَوْ نَشَٓاءُ جَعَلْنَاهُ اُجَاجاً فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ Vakıa 70. Ayette “Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” diye yazılıdır. Onlar da şükrederler. Burada dikkat çeken şey şu: Şükür kelimesi sanki Türkçe bir kelimeymiş gibi aynen bırakılıyor meallerde ve tefsirlerde. Aynı şey şefaat kelimesi için de yapılıyor. Daha epey kelime var bu durumda olan. Arkadaşlar itiraz ediyorlar, bu kelimeler zaten Türkçe içinde erimiş ve anlaşılıyor. Yapmayın! Hanginiz bir arkadaşınıza bir şey karşılığında “Şükran, şükürler olsun, vb.” ifadeleri kullandınız? Şükür kelimesi bize, dini literatüre ait ıstılahi bir kavram olarak geçmiş. Bu bir kavram…
Peki, benim derdim nedir?
Derdime geçmeden önce birkaç şeye daha bakalım.
Türkçede “Teşekkür” ifade eden bir kelime yok galiba. Eski atalarımıza ait ve artık kullanmadığımız bazı kelimeler var fakat onları telaffuz bile edemiyoruz. Sağ ol, deriz mesela. Yahut buna benzer kelime grupları vardır. Tek bir kelime arıyorum. Yok. Evet, bu kısımda net olarak söyleyebilirim ki, “Teşekkür” kelimesi gayet Türkçedir ve hayatın tam ortasında kullanılmaktadır. Bu kelime ile biz minnet belirtiriz, gönül borcumuzu eda ederiz, hoşnutluğumuzu ifade ederiz. Tam olarak böyledir. En küçüğümüzden en büyüğümüze ne söylediğimizi anlarız.
Derdim şu: Biz Allah’a şükrederken dini bir ıstılah olarak bunu yapıyoruz ve anlamı kaçırıyoruz. Yeni nesillerde bu anlam artık yok. Samimiyet, yerini dini ıstılaha bırakıyor ve Allah ile insan arasındaki o samimi bağ yok oluyor. İnsan, karşısındaki insandan gördüğü en ufak bir iyiliğe bile teşekkür ediyor ve bunu içtenlikle yapıyor. Sağ ol, diyor. Bunu gönülden yapıyor. Ama iş Allah ile olan ilişkiye gelince şükür için özel bir şeyler bekliyor. Ya bir ibadeti, ya bir ritüeli yahut büyük bir nimeti…
Ezberim kuvvetli değildir o yüzden yemek duası da ezberimde değil. Görev bana düştüğü zamanlarda hep o anın gereğine göre kafamdan bir şeyler söylerim ve Allah’a teşekkür ederim nimetleri için. Evet, Allah’a teşekkür ederim. Bu çok dikkat çekici geliyor insanlara. Çok zaman acayip bakışlara maruz kaldım. Bir keresinde değerli bir hocam uyardı: Teşekkür astlara edilir, dedi. Düşündüm, doğru bürokratik işlemlerde öyle. Halk arasında öyle değil. Üstelik Araplar bu durumda nasıl ast üst ilişkisi kuracaklar Allah ile zira, başka kelimeleri yok. Hamd, kelimesine hiç girmiyorum zira o apayrıdır ve “Hamd sadece Allah’a mahsustur.” Müslüman bir Amerikalı nasıl şükredecek Allah’a? Arapçaya dili dönmek zorunda değil, “Thank you” dese yetmez mi minnetini ifade etmeye? Teşekkür ise yine Allah’ın bizden istediği bir şeydir. Örneğin, güzel bir şeyle karşılaştığımda, ta gönülden, samimi bir şekilde “Sağ ol Allah’ım!” diyorum. Bu, çok büyük bir kıpırtı yapıyor kalbimde. Elbette biliyorum, sağ ve salim olmak insana hastır. Mesele şu ki, teşekkür ettiğim zaman tam olarak minnetimi ifade edebiliyorum ama şükrettiğim zaman bunu bir alışkanlık ve zoraki bir görev olarak yapıyorum. Kalbim bunu net bir şekilde ayırıyor.
Tamam, zorlamayacağım. Şükretmek ayrı bir yere sahip olabilir sizde. Sizden ricam şu: Allah’a teşekkür edenlere tuhaf bakmayın ve çocuklarınıza çok basit şeyler için bile teşekkür etmeyi öğretirken samimi bir şekilde, ilk teşekkürü Allah’a etmesini de öğretin. Zaten şükretmeyi her yerden öğrenecek.
Hayatınıza dikkat edin, en çok teşekkür mü ediyorsunuz, şükür mü ediyorsunuz? Ben bu iki kelime arasında kalmıyorum, sadece teşekkür ediyorum Allah’a da insanlara da.
Mülk 23 “Ne kadar az teşekkür ediyorsunuz!”
M.Uysal
Şükür kelimesi Türkçe değil.
Teşekkür kelimesi Arapçadan Farsçaya oradan da Türkçeye geçti, kökeni “Şükür” kelimesi…
Her neyse anlamlarına bakalım şimdi de.
Teşekkür: İsim, Arapça. Yapılan bir iyiliğe karşı duyulan kıvanç ve gönül borcunu anlatma. (TDK)
Şükür: şükür -isim Arapça 1. isim Tanrı'ya duyulan minneti dile getirme. 2. Mutlu bir olay veya durumdan, yapılan bir iyilikten duyulan hoşnutluğu bildirme. (TDK)
Arapça şkr kökünden gelen şukr شكر "teşekkür etme, minnet duyma, övme, yüceltme" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça şakara شكر "minnet duydu, şükretti" fiilinin masdarıdır.
Görüldüğü üzere Araplar Allah’a rahatça şükrediyorlar. Dilleri Arapça ve Kur’an onların diliyle indiği için Kur’an’da onlara emredileni rahatça yapıyorlar. Örneğin: لَوْ نَشَٓاءُ جَعَلْنَاهُ اُجَاجاً فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ Vakıa 70. Ayette “Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” diye yazılıdır. Onlar da şükrederler. Burada dikkat çeken şey şu: Şükür kelimesi sanki Türkçe bir kelimeymiş gibi aynen bırakılıyor meallerde ve tefsirlerde. Aynı şey şefaat kelimesi için de yapılıyor. Daha epey kelime var bu durumda olan. Arkadaşlar itiraz ediyorlar, bu kelimeler zaten Türkçe içinde erimiş ve anlaşılıyor. Yapmayın! Hanginiz bir arkadaşınıza bir şey karşılığında “Şükran, şükürler olsun, vb.” ifadeleri kullandınız? Şükür kelimesi bize, dini literatüre ait ıstılahi bir kavram olarak geçmiş. Bu bir kavram…
Peki, benim derdim nedir?
Derdime geçmeden önce birkaç şeye daha bakalım.
Türkçede “Teşekkür” ifade eden bir kelime yok galiba. Eski atalarımıza ait ve artık kullanmadığımız bazı kelimeler var fakat onları telaffuz bile edemiyoruz. Sağ ol, deriz mesela. Yahut buna benzer kelime grupları vardır. Tek bir kelime arıyorum. Yok. Evet, bu kısımda net olarak söyleyebilirim ki, “Teşekkür” kelimesi gayet Türkçedir ve hayatın tam ortasında kullanılmaktadır. Bu kelime ile biz minnet belirtiriz, gönül borcumuzu eda ederiz, hoşnutluğumuzu ifade ederiz. Tam olarak böyledir. En küçüğümüzden en büyüğümüze ne söylediğimizi anlarız.
Derdim şu: Biz Allah’a şükrederken dini bir ıstılah olarak bunu yapıyoruz ve anlamı kaçırıyoruz. Yeni nesillerde bu anlam artık yok. Samimiyet, yerini dini ıstılaha bırakıyor ve Allah ile insan arasındaki o samimi bağ yok oluyor. İnsan, karşısındaki insandan gördüğü en ufak bir iyiliğe bile teşekkür ediyor ve bunu içtenlikle yapıyor. Sağ ol, diyor. Bunu gönülden yapıyor. Ama iş Allah ile olan ilişkiye gelince şükür için özel bir şeyler bekliyor. Ya bir ibadeti, ya bir ritüeli yahut büyük bir nimeti…
Ezberim kuvvetli değildir o yüzden yemek duası da ezberimde değil. Görev bana düştüğü zamanlarda hep o anın gereğine göre kafamdan bir şeyler söylerim ve Allah’a teşekkür ederim nimetleri için. Evet, Allah’a teşekkür ederim. Bu çok dikkat çekici geliyor insanlara. Çok zaman acayip bakışlara maruz kaldım. Bir keresinde değerli bir hocam uyardı: Teşekkür astlara edilir, dedi. Düşündüm, doğru bürokratik işlemlerde öyle. Halk arasında öyle değil. Üstelik Araplar bu durumda nasıl ast üst ilişkisi kuracaklar Allah ile zira, başka kelimeleri yok. Hamd, kelimesine hiç girmiyorum zira o apayrıdır ve “Hamd sadece Allah’a mahsustur.” Müslüman bir Amerikalı nasıl şükredecek Allah’a? Arapçaya dili dönmek zorunda değil, “Thank you” dese yetmez mi minnetini ifade etmeye? Teşekkür ise yine Allah’ın bizden istediği bir şeydir. Örneğin, güzel bir şeyle karşılaştığımda, ta gönülden, samimi bir şekilde “Sağ ol Allah’ım!” diyorum. Bu, çok büyük bir kıpırtı yapıyor kalbimde. Elbette biliyorum, sağ ve salim olmak insana hastır. Mesele şu ki, teşekkür ettiğim zaman tam olarak minnetimi ifade edebiliyorum ama şükrettiğim zaman bunu bir alışkanlık ve zoraki bir görev olarak yapıyorum. Kalbim bunu net bir şekilde ayırıyor.
Tamam, zorlamayacağım. Şükretmek ayrı bir yere sahip olabilir sizde. Sizden ricam şu: Allah’a teşekkür edenlere tuhaf bakmayın ve çocuklarınıza çok basit şeyler için bile teşekkür etmeyi öğretirken samimi bir şekilde, ilk teşekkürü Allah’a etmesini de öğretin. Zaten şükretmeyi her yerden öğrenecek.
Hayatınıza dikkat edin, en çok teşekkür mü ediyorsunuz, şükür mü ediyorsunuz? Ben bu iki kelime arasında kalmıyorum, sadece teşekkür ediyorum Allah’a da insanlara da.
Mülk 23 “Ne kadar az teşekkür ediyorsunuz!”
__________________________
Kur'an'da Arapça kelime araması yapıldı bakınız: http://www.kuranmeali.com/arapcaara.asp?kelime=شكر
Kur'an'da Türkçe arama yapıldı bakınız: http://www.kuranmeali.com/arama.asp?kelime=şükr&meal=diyanetvakfi&sure=hepsi&Stype=AllWords&bul=B+U+L+%21
15 Nisan 2017
Kadir ve Kuran
Kadir ve Kur'an
Kadir Gecesinin değeri nereden geliyor?
Seslendirmeler: Raşit Kaptan, M.Uysal
Fotoğraflar: M.Uysal
Oyuncular: Ramazan Gökçe, İlyas Muzaç
O geceye değer, kıymet katan Kur'an elimizde ve her gün gündemimizde olursa işte o zaman bütün ömrümüz kadir kıymet ile dolacak. İndiği tek bir geceyi bin aydan değerli yapan Kur'an'ı sen her gün ömrüne katarsan ne olur hiç düşündün mü?
İlgili yazı şurada: http://www.edebya.com/2017/04/kadir-gecesi.html

Kadir Gecesinin değeri nereden geliyor?
Seslendirmeler: Raşit Kaptan, M.Uysal
Fotoğraflar: M.Uysal
Oyuncular: Ramazan Gökçe, İlyas Muzaç
O geceye değer, kıymet katan Kur'an elimizde ve her gün gündemimizde olursa işte o zaman bütün ömrümüz kadir kıymet ile dolacak. İndiği tek bir geceyi bin aydan değerli yapan Kur'an'ı sen her gün ömrüne katarsan ne olur hiç düşündün mü?
İlgili yazı şurada: http://www.edebya.com/2017/04/kadir-gecesi.html

08 Nisan 2017
Evetten Hayıra Yahut Hayırdan Evete
Evetten Hayıra Yahut Hayırdan Evete
Bir Bilinç Yolculuğu ve Tercih Macerası
M.Uysal
La ile reddetmeden başka bir şeyi onaylamak sorunludur.
İlk dönemlerde bu sorunun çözümü kolaydı sonra sıkıntılar doğdu.
Şöyle izah edeyim:
İnsan neyi reddettiğini kesin bir bilgiyle ve yaşanmış tecrübeyle bilmeden asla karşısındaki bir şeyi onaylamamalıdır.
Siyasi düzlemde ne olduğunu en son paragrafa bırakacağım.
Dinlerin ilk iniş süreçlerine bakalım önce… Bir elçi geldiğinde, içinde bulundukları durumun neden reddedilmesi gerektiğini izah ettikten sonra onaylanması gerekenin ne olduğunu açıkça dile getiriyordu. Bütün sahte tanrılar reddedilecek ve tek ilah olan kabul edilecek ve kabul edilen tek ilahla birlikte başka tanrılar ortak edilmeyecek. Mesele bu kadar basit. İlk muhataplar açısından sorun yok zira neyi reddettiklerini gayet iyi biliyorlar. Sahte tanrıların ve tuttukları ortakların kendilerine ve toplumlarına ne tür zararlar verdiğini çok derinden yaşamışlar. Reddetmeye karar veren işte bu bilinçle karar veriyor. La ile başlıyor illa ile devam ediyor. Bütün bu kötülük kaynağı sahte tanrıları ve ortakları red ve sonrasında tek ve ortaksız bir tanrıyı onay. Dinin oluşumu böyle başlıyor.
Sonraki nesillerin yaşadığı ise bir onaylanmış süreçte başlıyor. Onlar bir şey reddederek başlamıyorlar. Öncekilerin reddettikleri ile bir sorunları olmamış. Zaten reddettiklerini söyleseler bile bu sadece bir sözden ibaret kalıyor. Yaşanmışlıkları yok, yaşadıkları bir problem yok sahte tanrılarla ve sahte ortaklarla. Doğrudan onay süreci ile başlıyorlar. Onaylamış bir toplumda doğuyorlar. Bir süre sonra reddedilenin bilgisi ortadan kayboluyor ama sahte tanrılar ve ortakları duruyor. Onaylanmış olanla reddedilen birbirine karışıyor. Sorunlar oluşuyor fakat bu sorunların nereden kaynaklandığını çözemiyor insanlar. Zira bu bir onaylama ve red sorunu olarak görünmüyor. Zaten onaylamış olarak doğan insanlar reddedecekleri şeyin bilgisinden de uzak kalıyorlar. Atalarının reddettiği sahte tanrılar ve ortakları kendilerinin sadece onayladığı tek ve ortaksız tanrı fikri ile hiçbir zaman buluşmuyor. Onlar tevhidin sadece onay kısmında kalıyorlar. Tek taraflı bilinç, çalışmıyor. Çalışmıyor zira bilinç tek taraflı çalışmaya devam ettikçe neyin doğru neyin yanlış olduğu fikrinden ziyade sadece doğru varsaydıkları üzerine yoğunlaşıyor. Evet, doğru sadece varsayıma dönüşüyor çünkü bir kıstas noktasından yoksun kalıyor. Sadece onay bilgisi var red bilgisi yok. Bir tanrı kabul ettim o tektir ve ortağı yoktur. Bu durumda tek nedir, ortak nedir, soruları asla sorulmuyor. Reddedilen kısımda bu bilgiler vardı ilk muhataplarda ve görmüşlerdi bunun ne tür sorunlara yol açtığını. Yeni nesil tek taraflı bilgi ile eksik kalıyor. La ilahe illallah cümlesinin sadece dile yansıması ve bir tür dine giriş cümlesi olmaktan ziyade söylendikçe sevaba nail olmak düşüncesi hakim oluyor. Oysa bu cümle bir giriş cümlesidir, var olanı devam ettirme cümlesi değil. Yeni nesil açısından problem burada ya zaten, içine doğduğu bir dine yeniden niye girsin? Oysa Allah bu dine bile isteye, bir tercih olarak girilmesini, teslim olunmasını istiyor. İçinde doğulmasını ve öylece kalınmasını ise tarih yanlışlıyor. Nasıl bir yanlışlama bu peki? Şöyle: Tercih etmediğiniz şey sizin değildir. Sadece grubun tabii bir üyesi muamelesi görürsünüz. Bugün Müslüman toplumlarda karşılıksız kalan ve hatta büyük şaşkınlığa sebep olan tek bir soru var: Ne zaman Müslüman olmaya karar verdiniz yahut ne zaman Müslüman oldunuz? Bu soru önce şaşkınlığa yol açıyor sonra da hakaret edildiği vehmine yol açıyor. Biz Müslüman bir toplumda doğduk ve bir tercih yapmadık. Yani bir şeyi reddedip başka bir şeyi onaylamadık. Sadece onay kısmının çokça tekrarında kaldık.
Zor bir durum.
Yeni nesil seçeneksiz doğuyor. İslam fıtratı üzere doğup Müslüman yapılıyor. Zorla. Evet, zorla. Başka dinleri ve başka tanrıları açıkça tanıma imkanı olmuyor ki, kendi tanrısını onaylayıp diğerlerini reddetsin. Bu bilinç düzeyi ile tercih edilen bir din ile zaten varsayılan değer olarak kalmış bir din aynı sonucu doğurur mu? Asla. O yüzden dinler elçiden sonra hep bir gerileme ve ayrışma yaşarlar. Son din için de kanun aynıdır. Çözüm yolu olarak bizim yok saydığımız ama yaşarken içine düştüğümüz şirkin bilinmesi gerekiyor. Şirkin bilinmesi çok kolaydır Müslüman topluma göre: Puta tapma yeter. Değildir. Put nedir peki? Çeşitli cevaplar gelir ve bu cevapların tamamına yakını ilk dönem örnekleri ile doludur. Oysa onların reddettiği tanrılar ve ortaklar ile bizim yaşadığımız çağdaki tanrılar ve ortaklar çok farklıdır. Bu bilgiye ulaşmadan hangi şeyin sahte tanrı olduğunu nasıl bileceğiz? Çocuklar şöyle öğreniyor: Puta tapma, heykele dikkat et, resme dikkat et, bunları evine sokma. Ama evimize ve kalbimize bu devirde giren heykel ve resimlerin artık hiçbiri tanrı değerinde değildir. Hiçbir heykel veya resim artık tanrı ortağı kabul edilmez yaşadığımız yerlerde. Bu durumda La ilaha illallah, diyen birisi aslında neyi reddetmiş neyi kabul etmiştir? Zaten etrafımızda sahte tanrı veya tanrı ortağı görülmemektedir ilk örneklerdeki gibi. Tamam, öyleyse biz de doğrudan kabul ile başlarız. Allah tek ilahtır ve ortağı yoktur. Emin misiniz?
Bugün tanrılık iddiası ve tanrı ortaklığı iddiası ortadan kalmış mıdır? Reddedilecek şeylerin bilgisi değişse bile kendisi ortadan kalkmış mıdır? Kur’an’da şirk ile ilgili uyarılar neredeyse bütün surelere yayılmıştır ve halen okunmaktadır ama bugün şirk artık tehlike olmaktan uzaktır bize göre. Çok güzel, artık tek affedilmeyecek olan ve en büyük günah olan şirk tehlike değildir ve maça on sıfır önde başlamışızdır. Yahut şöyle bakalım: Bütün elçiler şirki en büyük tehlike olarak kabul edip uyarılarına bununla başlamış ve bununla bitirmişlerdir. Kur’an şirki en başa tehlike olarak koymuştur ve çok büyük yer ayırmıştır. Toplumdaki gerçeğe bakarsanız şöyle bir tablo ile karşılaşırsınız: Artık şirk sadece konu başlıklarından basit bir başlıktır. Çok kolay izah edilir bir meseledir. Hemen birkaç cümle ile izah edilir ve zaten müşrik olmadığı için üzerinde durulmaz. Kur’an’ın gıybet meselesi ile ilgili tek bir ayeti vardır ama şirkten daha fazla önemlidir vaizler için, öğretmenler için, tebliğciler için, hocalar için… Bunun gibi örnekler çok. Kur’an gereksiz yere tevhit ve şirk konusunu üçte bir oranında işlemektedir zira bugün karşılığı yoktur ve o bölümler gereksizdir. Tek bir gıybet ayeti çok önemlidir. Bu önermeleri kendim kurgulamadım, topluma bakarak oluşturdum. Topluma bakıldığında bu önermelerin yanlış olduğunu delilleriyle söyleyin ve ben de bu önermeleri bir iftira olarak hesap defterime kaydedilmiş bulayım.
Diğer dinleri, örneğin Hristiyanlığı, Yahudiliği, Hinduizmi, Şamanizmi vb. dinleri bilmeliyim. Kabaca olsun bilmeliyim. Çocuklarım bilmeli. Neden biliyor musunuz? Müslüman olduklarını söylüyorum onlara ama bir tercih olarak bizzat kendi iradelerini kullanarak bunu tercih etmelerini söylemiyorum. Bir, zaten kendi haline bırakırsam ya davulcu ya zurnacıya gider, çocuk bunlar, diye düşünüyorum. Ne olur ne olmaz, ben Müslüman yapayım da. İki, zaten öğrettiğim din benim de bildiğim bir din değil. Ne duyduysam ve nasıl ibadet ettiysem o kadarını gösteriyorum. Ben, vahiy ile Müslüman olmadım, onların da böyle bir ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Kur’an ile Müslüman mı olunurmuş? Ben söylerim o da bilir Müslüman olduğunu. Ben onun yerine dinini tercih ettim zaten. O kim ki, benim tercihimi beğenmeyecek. Benimkini de atalarım tercih etmişti zaten. Üç, ortada zaten tercih edilecek bir şey yoktur. Yani çocuk, İslam’dan başka seçenek bulamıyor ki. Reddedilecek şeylerin ne olduğu bilgisini onlara sunmuyorum ki. Özgür iradesi ile tercih edeceği bir şey yok ortada. Orada bir bardak su var, git iç. Aslında orada, çay var, rakı var, ayran var, su var, çorba var… Her birinin özelliği şudur, şöyledir… Dilersen öğrettiğim gibi Kur’an’a uyarsın, dilersen hepsini birbirine katarsın, dilersen ayranı, dilersen rakıyı, dilersen zıkkımı tercih edersin. Allah diyor ki elçisine, sen dilediğini doğru yola iletemezsin. Sen ancak gösterirsin, uyarırsın, müjdelersin. O kadar. Ötesi yok. Kişi kendini doğru yola açarsa Allah da onu doğru yola iletir. Kişi kendisini yanlış yola yöneltirse Allah da onu o yolda yalnız bırakır.
Değil mi ama biz çocuklarımızı kendi haline bırakır mıyız? Olmaz. Onlara tek seçenek sunar, onaylatırız. Tam da elçi gibi davranmayız burada. Biz önce iyice öğretip, uyarıp, müjdeleyip bütün gayretimizi ortaya koymayız. Biz son kısmındayız. Önce hidayete erdirir ardından uyarır ve öğretiriz.
Bu konu çok uzun, aslında Kur’an’ın kendisi kadar uzun. Devamını oradan okursunuz.
Siyasi düzlemde bunun başarıldığını görüyorum ülkemde.
İnsanlar öyle bir yaşadılar ki, neye hayır diyeceklerini ve neye evet diyeceklerini çok iyi biliyorlar yaşadıkları tecrübelerden. İki taraf için de bunu açık olarak söyleyebilirim. Hayır diyenler, neyi istemediklerini biliyorlar. Evet diyenler, neyi reddettiklerini biliyorlar. Öğrendiler. Günlerce kafa yordular. Ceplerine ne kadar etki edeceğine kadar bütün kılcal damarlarıyla öğrendiler. Neden? Çok yakın bir etki gördüler de ondan.
Sahi cehennem ve cennet çok mu uzak bir vaat?

07 Nisan 2017
SURİYELİ DİLENCİLER MESELESİ
SURİYELİ DİLENCİLER MESELESİ
(Tavşanlı Bağlamında Kısa Bir Araştırma)
M.Uysal
Son günlerde sosyal medyada yayınlan söylenti üzerine araştırmaya karar verdim…
Tavşanlı sokaklarında Suriyeli dilencilerin arttığına dair çok fazla yorum oluştu. Bunun aslı esası nedir peki? Açıkçası sokaklarda ben de gözlerimle gördüm bazılarını. Kimdir bunlar esasında ve nerede kalırlar, nereden gelirler, kaç kişiler, nereliler… Bütün bu soruların cevaplarına ulaşmaya çalıştım ve kurumlar nezdinde yaptığım araştırmalarda hemen hemen sorularımın tamamına cevap buldum.
Tavşanlı’da Suriyeli aileler var ve kayıtlı durumdalar. Kayıtlı Suriyeli ailelerin tamamı devlet tarafından biliniyor ve çalışıyorlar. Tavşanlı’da ikamet eden kayıtlı Suriyeli ailelerden hiçbirisi asla dilencilik faaliyetine katılmadı. Bu bilgiyi net olarak teyit ettirdim. Tanıdığım Suriyeli aileler de var burada ikamet eden ve şerefli kişiler. Geçimleri de asgari düzeyde devam ediyor. Burada yaşayan Suriyelilerle ilgili asla bir sorun yok. Bu konuda öncelikle net konuşalım.
Türkiye’de mülteci olarak bulunan çok sayıda Suriyeli var biliyorsunuz. Bunların tamamı devlet tarafından barındırılıyor. Burada da netlik var değil mi? Evet, kesinlikle devlet tarafından misafir ediliyorlar. Bir ihtiyaçları olduğunda kamplarda gayet iyi şartlarda gideriliyor. Biz onlar için ensar olma görevimizi hiçbir açık bırakmayacak şekilde yerine getiriyor muyuz? Evet. Hatta kendi vatandaşlarımızın rahatsız olacağı kadar yerine getiriyoruz. Ben bundan rahatsız değilim. Onlarla ilgili tuhaf yalanları da geçiyorum konumuz değil.
Konuştuğum kurumlardan aldığım bilgiler şöyle: Tavşanlı içinde görülen Suriyeli dilenci sayısı yenilerde, 2 yahut 3 aile. Toplamda 15 kişi kadarlar. Sosyal medyada konuşulduğu gibi yüzlerce değiller. Hepsi biliniyor. Nereli olduklarına gelince… Suriyeli Romanlardan olanların çoğunlukta olduğu bilgisini aldım. Bir ara Afgan, Roman kökenlilerin bile gelip gittiği bilgisi var elimde. Özellikle, Türkmen’iz diye gezenler var. Türkmenlerle yapılan konuşmalardan ilginç bir diyalog aktarayım: Tarif ettiğiniz ve bizim de gördüğümüz o kişiler, Türkmen gibi durmuyorlar. Türkmenlerin ten rengi ile pek benzeşmiyor. Sonra yine yapılan incelemede Hatay civarından bazı ailelerin de Suriyeli kılığında buraya geldikleri yönünde bilgiler de var. Netice itibariyle sapla saman birbirine karışmış durumda.
Bizzat yaşadığım şeyi yazıyorum: Kurban bayramında çevre yolunda, tam göbekte bir aile oturuyordu. Işıklarda duran araçlardan et istiyorlardı. Araçlarda et olur, diyelim. Peki, ışıkta et verilebilir mi? Hayır. Sonuç, oradaki araçlardan 3-5 lira para topluyorlar. Vakfımızın et kesme yerini tarif ettim hem de detaylıca. Bütün detaylarıyla. Çok yakındı. Gitmediler. Et almaya asla gelmedi. Niyet et falan değildi. Sonra o aileyi yine bu günlerde görüyorum ve adam aynı olduğu halde yanındakiler farklı. Çok acayip bir durum…
Devletin yardım kuruluşları var biliyorsunuz ve yerel olarak da devletin bu tür kuruluşları var. Bu insanları buraya yönlendirdiğinizde ya gitmiyorlar yahut gidince bütün kimliklerini gizliyorlar. Niyet gayet açık, bu insanlar dilenciliği bir geçim kaynağı olarak kullanıyorlar. Yanlarında getirdikleri çocukları da perişan ediyorlar. Hatta aynı ailelerin değişik çocuklarla değişik günlerde görüldüğüne dair söylentiler de var. Tuhaf değil mi? Bunlar bu işi meslek edinenler. Devletin yardım kuruluşlarından geçimlik ve ihtiyaç olarak hiçbir şeyleri eksik bırakılmadığı halde bu tür dilencilik faaliyetlerine girişiyorlar. Burası da çok net…
Şimdi…
İnsanlar soruyorlar: Vicdanımız kanıyor o çocukları ve aileleri Tavşanlı sokaklarında görünce. Üst baş perişan, çocuklar ayakkabısız falan… Değerli kardeşim, Tavşanlı küçük bir yer diğer büyük şehirlere nazaran. Sizin verdiğiniz 5 lira 10 lira ile hayatları kurtulmaz. Zaten sizden 5 lira alıp çocuğuna ayakkabı almıyor. Sizin yapmanız gereken bu insanlara devletin güçlü yardımının ulaşabilmesi için kesinlikle devleti haberdar etmeniz. Şöyle bir şey de var: Öyle insanlar vardır ki, Suriyeli mülteci kardeşlerimizden sahiden devletten yardım ulaşmamıştır, çaresiz kalmıştır. Bilemezsiniz. Zaten biraz konuşunca anlarsınız. Ona yardımcı olun. Para vererek değil. Onunla konuşun, barınak mı lazım, yakacak mı, yiyecek mi, giyecek mi… Her ne lazımsa, hemen etrafınızdaki vakıflara ve devlet kuruluşlarına ulaşın. Kesinlikle tespit yapıldıktan sonra gerekli desteği göreceklerdir. Buna rağmen daha büyük bir derdi mi var. Vallahi sahiden derin bir ihtiyaç içindeyseler vakıflara haber edin elimizden gelenin her türlüsünü topluca yaparız. Sokakta yeni yeni gördüğünüz bu ailelere ise 3-5 yardım yapıp durursanız burası dilenme üssü haline gelecektir. Siz onların mesleklerini devam ettirmelerine katkıda bulunur ve o çocukların perişan edilmesine sebep olursunuz. Bu adamlar profesyonel. Cami içinde hangi dakikada konuşma yapacaklarını biliyorlar, Arapça konuşuyorlar ama kesinlikle Türkçe net anlıyorlar. Türkçe de konuşuyorlar büyük ihtimal. Türkçe uyarıları çok iyi anlıyorlar ve uzun cümleleri bile gayet iyi çözüyorlar. Bu şu demek: Kesinlikle bazıları Türkiye içinden dilenciler. Bu trendi kullanıyorlar. Bazıları bunu o kadar iyi kullanıyor ki, cerrah rolüne bürünüyor, paramı çaldırdım, diyor ve dahası rezalet çıkarıyor. Hiç de bir cerrah gibi durmuyor hali. Giyimini kastetmiyorum, tavırlarını kastediyorum. Bu adamlar araçlarıyla geliyorlar ve işlerini bitirdikten sonra dönüyorlar. Aynı sorun Kütahya merkezde de var. Ve sanıldığı gibi çok fazla değiller. İsterseniz siz de gözlemleyebilirsiniz. Hep aynı kişiler ve bunlar çeşitli kombinasyonlarla çocuk ve kıyafet değişimleri hatta bir gün Türkmen, bir gün Suriyeli, başka gün başka mülteci oluyorlar. Bazıları daha da profesyonel, yardım kuruluşlarında bile rezalet çıkarıp bağırıp çağırıyorlar. Amaç devlet yardımı almak olsaydı böyle olamazdı. Onlar profesyonel meslekleri olan dilenciliğe devam etmek istiyorlar.
Bu bilgiler bazı yerlerle yaptığım görüşmelerden aldığım sözlü bilgiler. Dahası var ama sanırım mesele anlaşıldı. Sokakta sizin vicdanınızı yaralamaya çalışan profesyonel bir ekipten söz ediyoruz. Çözüm olarak aklınıza gelen, devlet eliyle yapılması gerekenlerden çoğu zaten yapılıyor fakat sonuçlandırmak henüz tam oturmuş bir mesele değil. Mülteci olayı çok yeni bir durum... Yani seneler öncesinden durmuş oturmuş kanunları ve kuralları olan bir şey değil. Kaldı ki yerli dilencilerimizle ilgili sorunu bile çözebilmiş değiliz. Çözülecek elbette. Zaten mesele abartıldığı kadar da değil. Sizin yapmanız gereken onların mesleklerine devam etmelerine 3-5 lira ile destek vermek değil. Kesinlikle bunlardan uzak durmak ve sahiden çok özel bir durum olduğunu düşünüyorsanız kesinlikle tek başınıza halletmeye kalkmayın. Devlete ve vakıflara derneklere haber verin. Tek başınıza yapmaya çalıştığınız yardım bir işe yaramayacak.
Tekrar ve üzerine basarak söylüyorum: Tavşanlı’da bulunan ve kayıtlı durumdaki hiçbir aile/ kişi dilencilik yapmıyor, yapmadı. Burada bulunanlar kayıtlılar ve şerefi ile yaşıyorlar. Lütfen konuşurken veya sosyal medyada yazarken daha dikkatli davranın.
Sonuç: Yazıda bahsi geçen tiplere (Dilencilere) kesinlikle yardım yapmayın. Sahiden yardım yapılması gereken özel bir durum olursa da asla tek başınıza hareket etmeyin. Nasıl olacağını üst paragraflarda yazdım.
Nisan 2017
(Tavşanlı Bağlamında Kısa Bir Araştırma)
M.Uysal
Son günlerde sosyal medyada yayınlan söylenti üzerine araştırmaya karar verdim…
Tavşanlı sokaklarında Suriyeli dilencilerin arttığına dair çok fazla yorum oluştu. Bunun aslı esası nedir peki? Açıkçası sokaklarda ben de gözlerimle gördüm bazılarını. Kimdir bunlar esasında ve nerede kalırlar, nereden gelirler, kaç kişiler, nereliler… Bütün bu soruların cevaplarına ulaşmaya çalıştım ve kurumlar nezdinde yaptığım araştırmalarda hemen hemen sorularımın tamamına cevap buldum.
Tavşanlı’da Suriyeli aileler var ve kayıtlı durumdalar. Kayıtlı Suriyeli ailelerin tamamı devlet tarafından biliniyor ve çalışıyorlar. Tavşanlı’da ikamet eden kayıtlı Suriyeli ailelerden hiçbirisi asla dilencilik faaliyetine katılmadı. Bu bilgiyi net olarak teyit ettirdim. Tanıdığım Suriyeli aileler de var burada ikamet eden ve şerefli kişiler. Geçimleri de asgari düzeyde devam ediyor. Burada yaşayan Suriyelilerle ilgili asla bir sorun yok. Bu konuda öncelikle net konuşalım.
Türkiye’de mülteci olarak bulunan çok sayıda Suriyeli var biliyorsunuz. Bunların tamamı devlet tarafından barındırılıyor. Burada da netlik var değil mi? Evet, kesinlikle devlet tarafından misafir ediliyorlar. Bir ihtiyaçları olduğunda kamplarda gayet iyi şartlarda gideriliyor. Biz onlar için ensar olma görevimizi hiçbir açık bırakmayacak şekilde yerine getiriyor muyuz? Evet. Hatta kendi vatandaşlarımızın rahatsız olacağı kadar yerine getiriyoruz. Ben bundan rahatsız değilim. Onlarla ilgili tuhaf yalanları da geçiyorum konumuz değil.
Konuştuğum kurumlardan aldığım bilgiler şöyle: Tavşanlı içinde görülen Suriyeli dilenci sayısı yenilerde, 2 yahut 3 aile. Toplamda 15 kişi kadarlar. Sosyal medyada konuşulduğu gibi yüzlerce değiller. Hepsi biliniyor. Nereli olduklarına gelince… Suriyeli Romanlardan olanların çoğunlukta olduğu bilgisini aldım. Bir ara Afgan, Roman kökenlilerin bile gelip gittiği bilgisi var elimde. Özellikle, Türkmen’iz diye gezenler var. Türkmenlerle yapılan konuşmalardan ilginç bir diyalog aktarayım: Tarif ettiğiniz ve bizim de gördüğümüz o kişiler, Türkmen gibi durmuyorlar. Türkmenlerin ten rengi ile pek benzeşmiyor. Sonra yine yapılan incelemede Hatay civarından bazı ailelerin de Suriyeli kılığında buraya geldikleri yönünde bilgiler de var. Netice itibariyle sapla saman birbirine karışmış durumda.
Bizzat yaşadığım şeyi yazıyorum: Kurban bayramında çevre yolunda, tam göbekte bir aile oturuyordu. Işıklarda duran araçlardan et istiyorlardı. Araçlarda et olur, diyelim. Peki, ışıkta et verilebilir mi? Hayır. Sonuç, oradaki araçlardan 3-5 lira para topluyorlar. Vakfımızın et kesme yerini tarif ettim hem de detaylıca. Bütün detaylarıyla. Çok yakındı. Gitmediler. Et almaya asla gelmedi. Niyet et falan değildi. Sonra o aileyi yine bu günlerde görüyorum ve adam aynı olduğu halde yanındakiler farklı. Çok acayip bir durum…
Devletin yardım kuruluşları var biliyorsunuz ve yerel olarak da devletin bu tür kuruluşları var. Bu insanları buraya yönlendirdiğinizde ya gitmiyorlar yahut gidince bütün kimliklerini gizliyorlar. Niyet gayet açık, bu insanlar dilenciliği bir geçim kaynağı olarak kullanıyorlar. Yanlarında getirdikleri çocukları da perişan ediyorlar. Hatta aynı ailelerin değişik çocuklarla değişik günlerde görüldüğüne dair söylentiler de var. Tuhaf değil mi? Bunlar bu işi meslek edinenler. Devletin yardım kuruluşlarından geçimlik ve ihtiyaç olarak hiçbir şeyleri eksik bırakılmadığı halde bu tür dilencilik faaliyetlerine girişiyorlar. Burası da çok net…
Şimdi…
İnsanlar soruyorlar: Vicdanımız kanıyor o çocukları ve aileleri Tavşanlı sokaklarında görünce. Üst baş perişan, çocuklar ayakkabısız falan… Değerli kardeşim, Tavşanlı küçük bir yer diğer büyük şehirlere nazaran. Sizin verdiğiniz 5 lira 10 lira ile hayatları kurtulmaz. Zaten sizden 5 lira alıp çocuğuna ayakkabı almıyor. Sizin yapmanız gereken bu insanlara devletin güçlü yardımının ulaşabilmesi için kesinlikle devleti haberdar etmeniz. Şöyle bir şey de var: Öyle insanlar vardır ki, Suriyeli mülteci kardeşlerimizden sahiden devletten yardım ulaşmamıştır, çaresiz kalmıştır. Bilemezsiniz. Zaten biraz konuşunca anlarsınız. Ona yardımcı olun. Para vererek değil. Onunla konuşun, barınak mı lazım, yakacak mı, yiyecek mi, giyecek mi… Her ne lazımsa, hemen etrafınızdaki vakıflara ve devlet kuruluşlarına ulaşın. Kesinlikle tespit yapıldıktan sonra gerekli desteği göreceklerdir. Buna rağmen daha büyük bir derdi mi var. Vallahi sahiden derin bir ihtiyaç içindeyseler vakıflara haber edin elimizden gelenin her türlüsünü topluca yaparız. Sokakta yeni yeni gördüğünüz bu ailelere ise 3-5 yardım yapıp durursanız burası dilenme üssü haline gelecektir. Siz onların mesleklerini devam ettirmelerine katkıda bulunur ve o çocukların perişan edilmesine sebep olursunuz. Bu adamlar profesyonel. Cami içinde hangi dakikada konuşma yapacaklarını biliyorlar, Arapça konuşuyorlar ama kesinlikle Türkçe net anlıyorlar. Türkçe de konuşuyorlar büyük ihtimal. Türkçe uyarıları çok iyi anlıyorlar ve uzun cümleleri bile gayet iyi çözüyorlar. Bu şu demek: Kesinlikle bazıları Türkiye içinden dilenciler. Bu trendi kullanıyorlar. Bazıları bunu o kadar iyi kullanıyor ki, cerrah rolüne bürünüyor, paramı çaldırdım, diyor ve dahası rezalet çıkarıyor. Hiç de bir cerrah gibi durmuyor hali. Giyimini kastetmiyorum, tavırlarını kastediyorum. Bu adamlar araçlarıyla geliyorlar ve işlerini bitirdikten sonra dönüyorlar. Aynı sorun Kütahya merkezde de var. Ve sanıldığı gibi çok fazla değiller. İsterseniz siz de gözlemleyebilirsiniz. Hep aynı kişiler ve bunlar çeşitli kombinasyonlarla çocuk ve kıyafet değişimleri hatta bir gün Türkmen, bir gün Suriyeli, başka gün başka mülteci oluyorlar. Bazıları daha da profesyonel, yardım kuruluşlarında bile rezalet çıkarıp bağırıp çağırıyorlar. Amaç devlet yardımı almak olsaydı böyle olamazdı. Onlar profesyonel meslekleri olan dilenciliğe devam etmek istiyorlar.
Bu bilgiler bazı yerlerle yaptığım görüşmelerden aldığım sözlü bilgiler. Dahası var ama sanırım mesele anlaşıldı. Sokakta sizin vicdanınızı yaralamaya çalışan profesyonel bir ekipten söz ediyoruz. Çözüm olarak aklınıza gelen, devlet eliyle yapılması gerekenlerden çoğu zaten yapılıyor fakat sonuçlandırmak henüz tam oturmuş bir mesele değil. Mülteci olayı çok yeni bir durum... Yani seneler öncesinden durmuş oturmuş kanunları ve kuralları olan bir şey değil. Kaldı ki yerli dilencilerimizle ilgili sorunu bile çözebilmiş değiliz. Çözülecek elbette. Zaten mesele abartıldığı kadar da değil. Sizin yapmanız gereken onların mesleklerine devam etmelerine 3-5 lira ile destek vermek değil. Kesinlikle bunlardan uzak durmak ve sahiden çok özel bir durum olduğunu düşünüyorsanız kesinlikle tek başınıza halletmeye kalkmayın. Devlete ve vakıflara derneklere haber verin. Tek başınıza yapmaya çalıştığınız yardım bir işe yaramayacak.
Tekrar ve üzerine basarak söylüyorum: Tavşanlı’da bulunan ve kayıtlı durumdaki hiçbir aile/ kişi dilencilik yapmıyor, yapmadı. Burada bulunanlar kayıtlılar ve şerefi ile yaşıyorlar. Lütfen konuşurken veya sosyal medyada yazarken daha dikkatli davranın.
Sonuç: Yazıda bahsi geçen tiplere (Dilencilere) kesinlikle yardım yapmayın. Sahiden yardım yapılması gereken özel bir durum olursa da asla tek başınıza hareket etmeyin. Nasıl olacağını üst paragraflarda yazdım.
Nisan 2017
03 Nisan 2017
KADİR GECESİ
KADİR GECESİ
M.Uysal
(Ali Uslu Hocamdan ilhamla.)
-Sana Kadir gecesinden daha değerli olan bir şeyi haber vereyim mi?
-Kadir gecesinin kıymetini bilmiyorsun anlaşılan, bunu söylediğine göre.
-Biliyorum kardeşim.
-O zaman nasıl böyle bir cümle kuruyorsun?
-Gel bir çay içelim, orada anlatayım.
-İçelim.
-Şimdi sana çok sevdiğim birini anlatacağım.
-Çocukluk aşkından mı bahsedeceksin?
-En çok utandığım şeydir çocukluk aşkımı anlatmak, aslında hayatım boyunca yaşadığım en masum şeydir aynı zamanda... Her neyse konu bu değil.
-Kim peki?
-Dedem. Dedemi çok severdim.
-Anlat bakalım.
-Dedem hayatımda değer verdiğim nadide insanlardan birisiydi. Öldü.
-Arkadaş önce bir anlat sonra öldür, kütük gibisin.
-Öyle, insan ölür.
-E, devamı?
-Cep saatini bana bıraktı. Benim için değerini düşünebiliyor musun?
-En sevdiğin insandan sana kalmış muhteşem bir hatıra. Elbette çok değerli.
-Sana şimdi çok önemli bir soru sorayım.
-Saati satmak istediği söyleme sakın!
-Yok, öyle değil. Şimdi bu saat çok çok kıymetli benim için. Neden?
-Elbette çok sevdiğin dedenin hatırasından dolayı.
-Doğru söyledin. Bu cep saati çok değerlidir zira dedemden bana hatıra olarak verilmiştir.
-Muhabbeti uzatırsan kahve de içeceğim.
-O da olur. Şimdi, şu kapıdan dedem çıkıp gelse dedem mi kıymetlidir artık cep saati mi?
-Olmaz ya, elbette hatıranın sahibi daha kıymetlidir.
-Öyledir.
-Eee?
-Bu cep saati yine çok kıymetli olmaya devam eder fakat o an hatıranın sahibi varsa elimde bu çok daha elle tutulur bir kıymettir.
-Ha, başa döneceğiz anladım.Ama örneğin bu duruma hiç uymuyor.
-Haklısın anlattığım örnek bu duruma pek uymuyor ama konuyu anlaman için canlı bir benzetme olarak kullandım. Kadir gecesinin kıymeti nereden geliyordu?
-Kur'an'dan elbette. Kur'an o gece indi, diyor Allah.
-Kadir suresi okunduğunda hem Kadir gecesinin hem bu gecenin kıymetinin nereden olduğunun ortaya çıkması ne muhteşem. Kadir gecesi ne zaman tam olarak?
-Allah, Bakara suresi 185. ayette şöyle diyor. "Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır." Kadir gecesi de Ramazan içinde ve hadislerden anlaşıldığına göre son 10 günde ve zamanı tam belli değil.
-Doğru. Zamanını tam bilemiyoruz. Yine surenin başına dönelim. Kadir suresinin ilk ayeti. "Biz onu Kadir gecesinde indirdik." Yani Kur'an'ı. Bu geceye değer katan şey Kur'an. Yani o geceye değer katan şey neymiş?
-Kur'an.
-Çok doğru. Şimdi Kadir gecesini yakalamanın garantisi üzerinde konuşalım mı?
-Nasıl, zamanını tam mı buldun?
-Zamanını tam buldum evet.
-Vay, herkese söyle de ömrümüzü kurtaralım.
-Söylüyorum: O geceye değer, kıymet katan Kur'an elimizde ve her gün gündemimizde olursa işte o zaman bütün ömrümüz kadir kıymet ile dolacak. İndiği tek bir geceyi bin aydan değerli yapan Kur'an'ı sen her gün ömrüne katarsan ne olur hiç düşündün mü?
-Vallahi her gece Kur'an'dan biraz okuyup anlasak ve hayatımıza uygulasak ömrümüz çok değerli olur.
-Tam da böyle olur kardeşim. Kadir gecesine değerini veren şey elimizde ve biz elimizde duran vahiyden uzakta duruyoruz.
-Haydi kahve içelim!
M.Uysal
(Ali Uslu Hocamdan ilhamla.)
-Sana Kadir gecesinden daha değerli olan bir şeyi haber vereyim mi?
-Kadir gecesinin kıymetini bilmiyorsun anlaşılan, bunu söylediğine göre.
-Biliyorum kardeşim.
-O zaman nasıl böyle bir cümle kuruyorsun?
-Gel bir çay içelim, orada anlatayım.
-İçelim.
-Şimdi sana çok sevdiğim birini anlatacağım.
-Çocukluk aşkından mı bahsedeceksin?
-En çok utandığım şeydir çocukluk aşkımı anlatmak, aslında hayatım boyunca yaşadığım en masum şeydir aynı zamanda... Her neyse konu bu değil.
-Kim peki?
-Dedem. Dedemi çok severdim.
-Anlat bakalım.
-Dedem hayatımda değer verdiğim nadide insanlardan birisiydi. Öldü.
-Arkadaş önce bir anlat sonra öldür, kütük gibisin.
-Öyle, insan ölür.
-E, devamı?
-Cep saatini bana bıraktı. Benim için değerini düşünebiliyor musun?
-En sevdiğin insandan sana kalmış muhteşem bir hatıra. Elbette çok değerli.
-Sana şimdi çok önemli bir soru sorayım.
-Saati satmak istediği söyleme sakın!
-Yok, öyle değil. Şimdi bu saat çok çok kıymetli benim için. Neden?
-Elbette çok sevdiğin dedenin hatırasından dolayı.
-Doğru söyledin. Bu cep saati çok değerlidir zira dedemden bana hatıra olarak verilmiştir.
-Muhabbeti uzatırsan kahve de içeceğim.
-O da olur. Şimdi, şu kapıdan dedem çıkıp gelse dedem mi kıymetlidir artık cep saati mi?
-Olmaz ya, elbette hatıranın sahibi daha kıymetlidir.
-Öyledir.
-Eee?
-Bu cep saati yine çok kıymetli olmaya devam eder fakat o an hatıranın sahibi varsa elimde bu çok daha elle tutulur bir kıymettir.
-Ha, başa döneceğiz anladım.Ama örneğin bu duruma hiç uymuyor.
-Haklısın anlattığım örnek bu duruma pek uymuyor ama konuyu anlaman için canlı bir benzetme olarak kullandım. Kadir gecesinin kıymeti nereden geliyordu?
-Kur'an'dan elbette. Kur'an o gece indi, diyor Allah.
-Kadir suresi okunduğunda hem Kadir gecesinin hem bu gecenin kıymetinin nereden olduğunun ortaya çıkması ne muhteşem. Kadir gecesi ne zaman tam olarak?
-Allah, Bakara suresi 185. ayette şöyle diyor. "Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır." Kadir gecesi de Ramazan içinde ve hadislerden anlaşıldığına göre son 10 günde ve zamanı tam belli değil.
-Doğru. Zamanını tam bilemiyoruz. Yine surenin başına dönelim. Kadir suresinin ilk ayeti. "Biz onu Kadir gecesinde indirdik." Yani Kur'an'ı. Bu geceye değer katan şey Kur'an. Yani o geceye değer katan şey neymiş?
-Kur'an.
-Çok doğru. Şimdi Kadir gecesini yakalamanın garantisi üzerinde konuşalım mı?
-Nasıl, zamanını tam mı buldun?
-Zamanını tam buldum evet.
-Vay, herkese söyle de ömrümüzü kurtaralım.
-Söylüyorum: O geceye değer, kıymet katan Kur'an elimizde ve her gün gündemimizde olursa işte o zaman bütün ömrümüz kadir kıymet ile dolacak. İndiği tek bir geceyi bin aydan değerli yapan Kur'an'ı sen her gün ömrüne katarsan ne olur hiç düşündün mü?
-Vallahi her gece Kur'an'dan biraz okuyup anlasak ve hayatımıza uygulasak ömrümüz çok değerli olur.
-Tam da böyle olur kardeşim. Kadir gecesine değerini veren şey elimizde ve biz elimizde duran vahiyden uzakta duruyoruz.
-Haydi kahve içelim!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)