15 Aralık 2008

KIZILBÜK KÖYÜ/ Halil Oral'dan Alınmıştır


KIZILBÜK KÖYÜ
Araştıran ve yazan: Halil Oral/Tavşanlı
Bu araştırma yazısı Tavşanlı'nın Sesi Gazetesi için 4 Aralık 2009 tarihinde yazılmış ve 10 Aralık 2009 tarihli Tavşanlı'nın Sesi Gazetesinde yayımlanmıştır.
Fotoğraflar: M.Uysal (Fotoğrafların büyük hallerini görmek için üzerlerine tıklayınız.)

Kızılbük Köyü Tavşanlı İlçesinin batısında yer almaktadır. İlçeye 28 Km, İl’e 73 Km mesafededir. Tavşanlı-Emet karayolunun 10. kilometresinden Değirmisaz_Balıköy güzergâhına saparak ulaşmak mümkündür. Yol asfalt kaplama olup bakımı özel idare tarafından yapılmaktadır. Bu yol güzergâhından günün değişik saatlerinde Balıköy Minibüscüler Kooperatifinin araçları yaz kış yolcu taşımaktadır.
Ayrıca Kızılbük merkeze tahmini, 2 km mesafede Değirmisaz Tren İstasyonu mevcuttur. Demiryolu hattı Ankara -İzmir istikametlerine devam etmektedir. Balıkesir demir yolu hattı 1928-1931 yıllarında inşa edilmiştir. Değirmisaz İstasyonu Kütahya’ya 90 km. Balıkesir’e 164 Km mesafededir. Kızılbük yöresinde demiryolu hattı yıllardır önemli işlevler yerine getirmiş ve getirmeye de devam etmektedir. Özellikle Değirmisaz ve havalisindeki kömür havzalarında üretilen istihsalin tüketim merkezlerine ulaştırılmasında demiryolunun büyük katkıları olmuştur.
Motorlu vasıtaların olmadığı dönemlerde bölgedeki tek ulaşım aracı trenler olmuştur.
Kızılbük Köyü ve yöredeki Linyit kömür sahaları yaklaşık 40 yıllık bir süreç içerisinde ülke sanayisine önemli katkılar sağlamıştır. Kömür sahaları özel müteşebbisler tarafından işletilirken daha sonra Etibank tarafından işletilmeye devam edilmiştir. Özel müteşebbislerden olarak; Trak Türk Anonim Ortaklığı (Kızılbük Köyü’nün doğusundaki sahada),  Ahmet Acar(batısındaki sahada), Rahmi Bey( Doğu ve batı sahaları arasında kalan bölümde) Remzi Güreş ve Şerikleri Osman, Hüseyin ve Mustafa Koç kardeşler ( Çayır Köyü’nün kuzeyindeki sahalarda 1931-1932) İmtiyaz sahibi olmuşlardır.  Değişik sebeplerden bu müteşebbislerin çalışmasına 3. 6,1936 yılında son verilmiştir.  50 kişilik kadroyla Maden Yüksek Mühendisi Cemal Kıpçak
ve Başçavuş Sami Uysal 1.12.1937 tarihinden itibaren Etibank adına üretime başlamışlardır. Bu tarihten sonra Kızılbük Köyü ve çevresinde hızlı gelişmeler yaşanmış, Kızılbük Köyü
zamanla yedi büyük mahalleli şehir görünümüne kavuşmuştur. Gelişme dönemi 1966 tarihine kadar devam etmiştir. Bu tarihten itibaren;  Trak, Salıncak, Memur, Orta, İstasyon, Çam,
Kıymık ve Merkez Kızılbük mahallelerinden oluşan köy gerileme dönemine girmiştir. Bugün 50 hanelik, sadece seksen seçmenlik küçüklüğe düşmüştür.
1972 yılından sonra Güral ve Himmet Ünal ortaklığı açık işletme üretimini başlatmış, iki binli yıllara kadar bu faaliyetini sürdürmüştür. Daha sonra Ünallar, kömür aldığı ve pasa atıp üretim
dışı kalan sahaları ağaçlandırmıştır. Güzel çalışmalardan olarak göze çarpan maden sahalarının tekrar doğal konumuna kavuşturulması ve ağaçlandırılması takdire şayandır.
Rivayetlere göre Kızılbük Köyünün kuruluşu 1400lü yıllara dayanmaktadır. Kızıl keçili dört Yörük Obası dört hayvan ağılı kurmakla işe başlamış. Köyün bugünkü olduğu yeri kışlak, Eğrigöz
Dağı yayla ve ormanlarını yaylak olarak kullanmıştır. Uzun yıllar bölgede kıl keçisi geçim kaynağı olmuştur. Kızıl keçili dört Yörük obasından bugünün; Fidanlar, Çalışkanlar, Zenginler,
Goca Göbekler, Duralılar,  Hocalar, Gavaslar, Ali Efeler, İmamlar, Kasaplar gibi köklü sülaleler meydana gelmiştir. Musa Onbaşılar gibi bir sülalede tüm varlıklarını satarak köyden

ayrılmışlardır.
Kızılbük Köyünün hemen altından Kirmastı olarak da bilinen Emet Çayı geçmektedir. Emet’ten itibaren Eğrigöz Dağı’nın doğu ve kuzey eteklerini yalayarak gelen bu çay alüvyonlu
toprakları beraberinde getirmiştir. Yıllarca Çayın aktığı vadide her türlü meyve ve sebzenin üretimi yöre insanının yüzünü güldürmüştür. Yüzlerin gülmesi yaşayanların ifadesiyle,  bor
atıklarının dereye verilmeye başlamasıyla son bulmuş.  Sebze ve meyve üretimi düşmüş, ağaçları kurumuş, hatta çaydan geçmek zorunda kalan hayvanların ayaklarında yara, insanın
çıplak derisinde çatlaklar oluşturmuştur.
    Önceleri tarım ve hayvancılığa dayanan geçim daha sonra maden işçiliğiyle sürdürmüş olan köylüler, linyit yataklarının tükenmesinin ardından derin bir sessizlik ve bekleyiş
içindedirler. Tahmini 50 hane başka il ve ilçelerde yaşam sürdürürken, en az 50 hane de Almanya’da yaşamını idame ettirmektedir. Almanya’da üçüncü kuşağın hayatını sürdürdüğünü

söylemektedirler.  Gerek tarım ve hayvancılığın, gerekse madenciliğin getirdiği bereketle okuyan insan sayısı oldukça dar kalmıştır. Fidanlar Sülalesinden Ali Osman Fidan ve kardeşi
Abdullah Fidan Emekli Öğretmen olarak hemen sayılabilenlerdendir. Emekli Polis Memuru olan Rıza Zengin’de 2004 yılından beri köyün muhtarlığını yapmaktadır.  Yeni nesilden Uludağ
Üniversitesi son sınıfta yüksek öğrenim gören Ayhan Dinç’ten bahsetmeden geçmek de olmaz herhalde.
 Şimdi Kızılbük Köyünde sırımlı çarık döneminde öküz güttüğünü söyleyen yaşlı dedeler ve emekliler oturmaktadır. İlköğretim seviyesinde olan sadece dört çocuk taşımalı olarak Balıköy’e
gidip gelmektedirler.
 Kızılbük Köyü’nün rakımı İstasyon mahallesinde 521 dir. Kış mevsimleri biraz sertçe olsa da genel olarak bölgenin akdenizi sayılabilir Coğrafi konumu engebelidir. Emet Çayının yarattığı
vadide Eğrigöz’ün eteklerine kurulmuş tarihi ören yerleri olan bir köydür.  Derelerinden olarak; Boğaz Deresi, İn Deresi, Ceviz Dere, Ilıcaksu deresi, Derin dere, Sarp Dere ve Taş Erek

deresi, Tepe ve mevkilerinden olarak; Örencik Harmanı,  Yaren Tepe ( Yaren Dede de denir) Kestane dedesi, Sarıkız dedesi, Türkeli Dedesi, Kar tepe, Haşhaşlık Tepesi Piynarca Tepesi,
Ay Tepesi, Bakacak Tepesi, Katranlı dağı, Eski tuzla mevkisi, Kızılyer mevkisi, Derin dere, Sarı yarma, Örenler mevkisi,  Goca kuz, Küçük Kuz, Sıratal en bilinen coğrafi yapılarıdır.
Özellikle Ilıcaksu deresi değişik efsanelere konu olmuş derelerdendir. Bu derede ay parçası gibi güzel kızlar gördüğünü söyleyen yaşlılar olmuştur.
 En az 600 yılı aşkın bir tarihi geçmişi olduğunu tahmin ettiğimiz Kızılbük Köyü’nde hayat akıp gelirken acılar, sevinçler, hüzün ve mutluluklar iç içe yaşanmıştır. Kimi Çanakkale'ye kimi
Yemen’e kimi de hayatın tam kendisine, kimi de sevdiğine ağıtlar düzmüştür. Çanakkale’nin acısıyla ;
Çanakkale Boğazı’nda oldum yaman onbaşı
Ah sol yanımdan çıkar acıca süngünün başı
Tez yanıma gelemedi sayın doktor binbaşı
 Söyleyin anama anam ağlasın
Anamdan gayrısı yalan ağlasın.
Diye ağıtlar düzenler, fakirliğe, yokluğa ve de yeraltında çalışmanın ağırlığıyla;
Nasıl anlatayım ben fakirliğin halinden
Kazma kürek düşmedi yeraltında elimden
Döşeklerde yatamadım ağrılandım belimden
Gözün kör olsun fakirlik kurtulamam elinden.
Derken acılarını unutmaya çalışanlar,  sevdalanmanın yürekte bıraktığı hisle Kızılbük Köyü’nden Katranlı Dağı’na haykırmışlardır.
Katranlı dağları alabula karmola
Anam benim çektiklerim intizarmola
On parmağı da kınalı bir yar sevmekle
Acep bu kara topraklar bana yarmola.
 Mükellefi görmüş, birebir yaşamış olan köy halkı, mükellefliğin verdiği sıkıntı ve öfkeyi yine şiir ve manilere vurmuştur.
Keten iplikten mi olur tepe
Dayının adımı olur efe
Bilsem meşakkat çekeceğimi
Ben hiç gider miydim mükellefe.

Dereler şırıldamakta hayat acılara rağmen sürmektedir. Savaşlar tükenmiş, mükelleflik bitmiş yüreklerde acılar iz bırakıp, ağıtlar kulaklarda çınlasa da; düğünler yine üç gün sürmüş
Kızılbük Köyü’nde. Keşkek aşları dökülmüş kazan kazan. Etli yufkalar kırılmış geniş tepsilere. Nohut aşları düğün sofralarında yıllarca baş tacı olmuş. Deve oyunlarına Arap oyunları eşlik
etmiş yıllar yılı seyirlik.
 Kadınları paça dizlik, peştamal giyip üstlerine çalı üslüğü, kara gıylıları örtünmüş.
Kışların uzun sürdüğü gecelerde gözlemeler yapılıp arasına etler konarak yenmiş, Nohutlar kavrulmuş tavalarda eğlencelik. Yüzük oyunları oynanmış cezalar yüklemecesine.
Yöre ormanlarını çam ağaçlarından sonra kızılcık, fındık ıhlamur ağaçları süsleyip durmuş yıllar yılı.  Sert kış gecelerinde ıhlamurlar kaynatılmış, Kızılcık hoşafları içilmiş ılık ılık. Karın ağrısına
akbaşlı otunu ilaç yapmış Kızılbüklüler. Dağdan fındıklar toplayıp çuvallamış. Maden sahaları işlemeye alınana kadar her hanede en az 500 kıl keçisi ağılları doldurmuş. Sonra her şey
tükenişe doğru uzanıp gitmiş.

 Hayvancılık bugün daralan tarım alanları yüzünden sadece yok denilebilecek sayıda büyükbaş hayvancılığa düşmüş. Tarım ve hayvancılık yok denecek seviyeye düşerken ekonomik
sıkıntılar baş göstermiş. Bu sıkıntıyı köyün en yaşlılarından görmüş geçirmiş Süleyman Özsoy şöyle yorumluyor; Tek kelime derin bir ah ve suskunluk. Gerisi çıkmıyor ağzından. Yutkunup
kalıyor öylece.
 Süleyman amcanın babası Hocanın Mehmet olarak biliniyor Kızılbük Köyü’nde. 1312 lilerle askere alınmış. 3 sene Çanakkale savaşlarında kalmış. Yemen’deyse 3,5 sene. İngilizlere esir
düşüp kurtulmuş. Hocanın Mehmet, daha sonra Boşnak müteşebbislerle maden sahalarında ortaklık yapmış.
Kızılbük Köyü’nün içme suyu Katranlı Dağı’ndan getirilmiş. Getirilen bir başka sülfürlü su da bahçe sulamalarında kullanılmaktadır. Evler taş yapı biçimindedir. Bazı evlerde betonarme yapı
göze çarpmaktadır. Çatılar kiremit kaplıdır.
 Köy içi sokakları oldukça dar görünümdedir. Eskidiği için yıkılarak yerine 1961 yılında minareli cami yapılmıştır. Cami içi makine halılarıyla döşenmiş ve faaldir. İstasyon mahallesinde bir
cami daha olmasına rağmen cemaat yokluğundan hizmet dışı kalmıştır.
Yıllar yılı nüfus hareket ve yoğunluğuna maruz kalan Kızılbük Köyü ortaokulla 1958 yılında tanışmış. Değirmisaz Ortaokulu olarak eğitimini sürdüren bu okul 1998 yılında Kızılbük İlköğretim

Okulu adını almıştır. 2005 yılında da eğitimine tamamen ara vererek kapatılmıştır.
Okul binası şu anda eğitimin dışında başka amaçlarla kullanılmaktadır.
Kızılbük Köyü yerli -yabancı, uzak- yakın pek çok kişiye ev sahipliği yapmış hatta bazılarına mezar bile olmuştur. Köyde Yukarı mezarlık diye bilinen mezarlıkta, cenazelerin kurtlar
tarafından parçalanmasıyla, Aşağı mezarlık kurulmuş. Bu mezarlıkta Kömür İşletmesi tarafından istimlâk edilince üçüncü bir mezarlık kurulmak zorunda kalınmıştır. Köyün tam olarak
doğusunda ve yaklaşık beş yüz metre mesafede olan mezarlık arazisi oldukça engebedir. Mezarlık çevresinin büyük bölümü taş duvarla çevrilmiştir. Mezarlık toprağı çalılık örtüye
sahiptir. Bu çalılar ağaçsı görünüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Mezarlıkta, Eğrigöz ve Sülye kimlikli cenazelere rastlamak mümkünken; Niğde, Vakfıkebir, Görele, Trabzon künyeli
kabirlerde vardır.
 Kızılbük Köyü’nde tükenmiş ekonomik değerlere rağmen İstasyon mahallesini köye bağlayan Köprünün doğusunda Kirmastı yatağına kurulmakta olan Özel müteşebbis krom öğütme ve
yıkama tesisleri işsizliğin umudu şeklinde beklenti yaratmaktadır.

Linyit yataklarının yıllarca işletilmesi ekonomik canlılık getirirken, tükenmesiyle; bu yöre ve köy kaderine terk edilmemelidir. Netice olarak; Yöre görmeye ve gezmeye değer niteliktedir.
Pek çok yörede keklik nesli tükenmesine rağmen, bölge ormanlarında keklik mevcuttur. Yabani hayat oldukça canlıdır. Doğa yürüyüşü, izinli avcılık yapılabilecek yapıdadır. Resim
sanatıyla uğraşanlar için bölge zenginlik katabilecek evsaftadır. Her ne kadar Emet çayının bor kirliliğinden söz edilse de, balıkçılar açısından avlanmaya uygundur. Kirmastı Çayı derin
vadilerden geçmekte olup, uygun projelerle enerji üretimi yapılıp yapılamayacağı araştırılmaya değerdir. Yöreden göçü önlemek ve geriye dönüşü sağlamak için tarım ve hayvancılık
projeleri mutlaka düşünülmelidir. Fındık, kızılcık ve ıhlamur ağaçlarının ıslahının yanında sayı bakımından çoğaltılmasının yöreye ekonomik değer kazandıracağı muhakkaktır. Sağlıcakla.

KIZILBÜK

Bir güzel görmüşüm çiçekten beter
Kızılbük diyerek yazasım geldi
Yaylasında boy boy keklikler öter,
Yaren tepesinde gezesim geldi.

 Mükellef mahkûmu koyun koyuna
Gurbetlik her daim dokunmuş cana
Kızılbük toprağı dost iken bana
Kirmaslı Çayı’nda yüzesim geldi.

Ay Tepesi Sarp dereye yakınca
Derindere seviniyor akınca
Kızılyerden trenlere bakınca
Hasreti Örende üzesim geldi.

Kocakuz, Küçükkuz Sratal meşe
Ihlamur içince geliyor neşe
Kestane Dedesi girince düşe
Kızılbük Köyünü yazasım geldi.

Piynarca Tepesi Yaren olur mu?
Şu İn Deresi’nde fındık olur mu?
Kar Tepe yolunda insan kalır mı?
Kızılbük çehreni sevesim geldi.

 Dört Obadan verdin nice boyları
Altı asır ilerlettin soyları
Nesilden nesile asil huyları
Kızılbük görünce diyesim geldi

Çoban Çeşmesi’de tanıştı senle
Mezarlığın gezdi beyaz kefenle
Yazmaya çalıştı içten gelenle
Vallahi Kızılbük övesim geldi.
                     Halil Oral/ Tavşanlı

KIZLBÜK’E MEKTUP
Halil Oral/Tavşanlı


Eğrigöz’ün kuzey eteklerine yaslanmış Kömür gözlü. Seni nasıl anlatsam, hangi haberleri salsam sana dair bilmem ki. Kirmastı Çayı’nda yunup, Yaren Tepe’sinde hangi madenci
hikâyelerini okusam uzun uzadıya. Gönül dünyanın enginliğini; mezarlığında dolaşırken anlayıp kimlere nasıl seslensem!
Memleket sevdasıyla Çanakkale’de, Yemen’de hatta İngiliz’e esir düşerken bile düşlerini yitirmeyen Hocanın oğlu Mehmet Özsoy’un kahramanlıklarını hangi kelimelerle ifade etsem. Hakka
hukuka nasıl vursam, nasıl helalleşsem bilmem ki.  Dört oba ağılından yedi mahalle kurup, bugün sessiz sedasız kalışını hangi ölçülerle izaha kalkışsam.
Kömür gözlüm, fındık dağlım, Ihlamur kokulu Yurt toprağım Kızılbük!
Geçmişte kalan, nicelerin hatıralarını süsleyen çarşılarında gezdim dün.  Bugünlerde boynu bükük yıkılıp dökülmüş, dünkü günlerde önemli hizmetler görmüş postane binandan mektuplar
yolladım geleceğe gönlümce. Çatıları sarkmış mahzun mahzun ve de ağlamaklı duran sinema salonlarında tarihine dair filmler izledim kimselere çaktırmadan.  Kıymık mahallesinden asma
köprülerle geçtim Trak mahallene.  Asma köpründen geçerken, Kirmastı’nın yüzünden akseden sana dair hüzünleri gördüm ve irkildim birden. Kirmastı’nın ağlamaklı hali beni de hüzne
boğdu. Gözyaşlarımı akıttım mahzunlaşan debisiyle. Üşenmeden dolaştım yedi mahallende. Tarihi kokladım an an. Sessiz sedasız kalan İstasyon Mahallende olmayan çayları yudumlarken
yolcular uğurladım uzak şehirlere. Yolcular ederken kimsecikler yoktu çarşında. Hatta minik bir kedicik bile. Kabukları kararmış akasya ağaçlarının altına bağdaşlar kurup ray demirlerinden
hatlar çektim Katranlı’ya! Hava hattını yeniden dikmek istedim en tepelerden tepeye.
Ben hüzünden hüzüne koşup tarihe kayıtlar düşmek isterken, sırımlı çarık döneminde öküz çobanlığı yaptığını söyleyen çipil gözlü dedenin kaçıp gidişine anlamlar veremedim.
Bugün ayakta kalan tek mahallen Kızılbük Köyü’nde ayaklarım ağır aksak dolaşırken,  Fidanlar’dan, Çalışkanlar’dan, Goca Göbekler’den, Gavaslardan, İmamlardan, Hocalar’dan,
Kasaplar’dan, Zenginler’den, Duralılar’dan, Musa Onbaşılar’dan hatta hatta Ali Efeler’den kimlerin ölü, kimlerin diri olduğunu soramadım bile. Yaşayanların çoğu yaşadığı acılardan olsa
gerek; suskundu susuyordu. Hatta hatta usulca “kendime güldürmem” diyecek kadar kendince efeliği elden bırakmıyordu. kimi yaşlı dedeler.  Derdin derdimizdi Kızılbük! Öfken öfkemiz,
sevincinse sevincimiz! Asıl kaygımız senin unutulmana dairdi. Unutulmamalıydın, unutturmamalıydık biz de.
Ihlamur Çiçeklim, Kum kokulum, Fındık Ormanlım, Kestane Tepeli Kızılbük adlı Vatan Köşem; sana dair ne mektuplar, ne şiirler yazmak isterim bundan böyle bir bilsen. Toprağına yeniden
boy boy meyve fidanlarını dikmek tertemiz suları akıtmak isterim köklerine. Derindere’de, Türkeli’de, Goca kuz’da  Piynarca’da hatta hatta Haşhaşlık’ta  kuzu ve oğlakların sesini yeniden
duymak isterim. Öğrenmek ve de öğretmek uğruna Balıköy’e taşınan dört öğrenciden de çok şeyler beklerim. Umut ederim en azından. Üç kuşak Almanyada yaşayan nesillerine  yayla
ve tepelerinde ziyafetler çekmek isterim.
Ve nihayet; Büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim Kızılbük. Sağlıcakla.
KÖYLE İLGİLİ MUSTAFA UYSAL'IN YAZISINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ.

02 Aralık 2008

TENKİD-ELEŞTİRİ ELEŞTİRİCİ

TENKİD-ELEŞTİRİ
ELEŞTİRİCİ
Ahmet Yaşar Çakmak'tan alınmıştır.


Merhum vali Recep YAZICIOĞLU, 16.10.1995 STAR TV’de saat:16.30 da “Haksız tenkit, gizli takdirdir.
Ölmüş köpeğe tekme atan olmaz.” Demişti.

Nefsimizin en çok hoşlandığı şey övülmekse; hiç hoşlanmadığı da tenkittir.

“TENKİT,
• Belki güzel bir şey değildir, ama lüzumludur.
• Ağrı ile aynı işi görür; zira ağrı da vücutta bir arıza olduğunu haber verir” der Winston CHURCHILL (1)
*
PEYAMİ SAFA:
”yobazlığın ilk işareti tenkide

24 Kasım 2008

KABAKÇI SALİH EFE

KABAKÇI SALİH EFE

Kendisinin adını çokça duymuşluğum vardı. Nedir, kimdir ve neden bolca adı geçer böyle bir çetecinin diye hep merak etmişimdir. Ancak konu, gündemime hiç araştırma boyutu ile girmedi.

Şimdi biliyorum hem de bütün detaylarıyla. Böyle bir yazıya yazarı tebrik etmeden başlamak istemiyorum. Ömer Faruk Dinçel hocamı can-ı gönülden tebrik ederim. Yakın tarihimize ulaşmak ve onun hakkında konuşmak, yazmak o kadar zor ki. Bu zorluğuna rağmen bir yazarın bunu başardığını kitabında görmek beni sevindirdi.

Ömer Faruk Dinçel hocam son kitabı, Kabakçı Salih Efe (Milli Mücadeleye Adanan Bir Ömür) ismiyle çıkardı. Kitabı bir solukta sadece bir akşamda okudum. Sıkıcı bir tarih kitabı işte diye düşünmüştüm ilk başta. Sonra birkaç sayfa okuyunca yaşadığım yerde geçen olaylar ve ayrıntılar çok ilgimi çekti. Kabakçı Salih Efe ve etrafında gelişen olaylar detaylı bir şekilde anlatılmıştı. Biraz da roman okuduğum hissine kapıldım. Yanlış anlaşılmasın sevdiğim bir tarza benzetiyorum sadece. Biyografi kitabı olduğu da söylenebilir.

Kitapta o dönem yaşanan olaylarda (1918-1923) tanıdığım bildiğim yani ismini yakından duyduğum hatta akrabası olduğum insanlar vardı. Dedemin babasının da ismi geçiyordu o kitapa. Hatta dedemin babasının Cevizdere Savaşına katıldığını yine o kitapta okudum. Kendi köyümün adı da sık sık geçiyordu kitapta. Köyümden birkaç kişi daha vardı isim olarak. Köyümde yaşananlar… Daha neler neler.

Biliyorum ki siz de bir yakınınızı ya da yaşadığınız yerle ilgili bir ayrıntıyı bulacaksınız o kitapta. Ömer Bey on yıl emek verdiği bu eserini titizlikle hazırlamış. Tarihi şahsiyetleri tanımak, yakın tarihe göz atmak kolay değildir. Hele bu konuyu sıkıcı yazmayan kaç kişi var? Bir solukta okunabilir olan bu kitap hakkında daha çok şey söylenebilir ancak uzun tutmayacağım. Orada verilen bilgiler üzerinde bir kez daha durup düşünmemiz gerekiyor. Gündemimize yeniden almamız gerekiyor. Yeni nesillere tekrar tanıtmamız gerekiyor. Bırakın yeni nesilleri eskiler bile masal gibi bölük pörçük bilgilere sahipler. Çoğu da kulaktan dolma yanlış bilgiler. Anlatırken de yanlış anlatılıyor tabi. Kahramanlar eşkıya, eşkıyalar kahraman oluveriyor halk ağzında. Bu kitapla birlikte bazı şeyler değişecektir.

Bu kitapla birlikte yine bekliyorum ki Tavşanlı'da birçok insan şaşırarak öğrenecektir gerçekleri. Mustafa Armağan, tarih okumak şaşırmaya hazır olmaktır, demişti. İnanın bu kitap beni çok şaşırttı. Yunan işgali sırasında yaşananları daha iyi anlamaya başladım.

Ömer Faruk Dinçel hocama bir kez daha teşekkürü borç bilirim. Yakında çıkacak olan Tavşanlı ile ilgili kitabını da heyecanla bekliyorum. İlk ben almak isterim yine bu haberi.




17 Kasım 2008

SAAT ON, ŞİMDİ CENAZE İLANLARI!

SAAT ON, ŞİMDİ CENAZE İLANLARI!

Daha önce de tartışıldı, biliyorum.

Konuşulması gereken daha bir çok yeri olduğu için yazmak zorundayım.

Küçük bir ilçe sayılırız, diyenleri biliyorum. Büyüdük artık, diyenler de var. Biliyor musunuz bunları söyleyenlerin tamamı hala kasabada yaşadıklarını düşünen insanlar. Bilinç altlarında hala kasaba kültürü var. Tavşanlı hala kasaba mantığı ile yaşıyor.

Cenaze ilanları bir ara belediye tarafından düzene sokulmaya çalışıldı. Amma çetrefilli mesele imiş, olmadı. Sanki cenazeler ortada kalacakmış gibi bir tepki ortaya çıktı. İnsanlar elbette ölülerine sahip çıkacaklar. Dinimizin esasları da bunu gerektiriyor zaten.

Şimdi buraya kadar sorun yok. Sorun şu ki, cenaze haberlerinin belediye hoparlörlerinden verilmesi. Hala bu konu üzerinde anlaşamadık. Yaşadığımız yer neredeyse 70 bin nüfuslu bir şehir. Kim öle kim kala. Hepsinden haberdar olmaya kalkarsak, ki öyle oluyor, işin ucu daha nerelere varacak Allah bilir. Şimdi kendimden bahsedeyim de kimse alınmasın kırılmasın. Öldüm diyelim. Kimin haberi olmalı benim ölümümden? Ailemin elbette, onlara muhakkak haber ulaşır. Akrabalarımın da haberi olmalı. Onlara haberi iletmek de ailemin görevi. (Zorunlu değiller tabi.) Sonra arkadaşlarımın da haberi olmalı. Yine ailem arkadaşlarımdan zaten haberdar, onlar arkadaşlarımı da haberdar edeceklerdir. Beni tanıyanların ya da benimle bir şekilde hukuku olanların cenaze merasimimden haberdar olmaları gerekiyor mu? Hayır. Elbette iş çevrem bu konuyu haber alacaktır. Dolayısıyla alacak verecek meseleleri de bu yolla halledilecektir. Eski arkadaşlarım da haber almak isterler belki ölümümü, hani bari cenazesinde bulunalım diye. Ne gerek var? Sonuçta eskisiniz yani sağlığımda etrafımda yoksunuz. Yani ya bir şekilde siz beni uzaklaştırdınız çevrenizden ya da ben sizi uzaklaştırdım ya da şartlar öyle gerektirdi. Sonraki günlerde duyduğunuzda bir fatiha okuyun yeterli. Diyelim başka şehirlerde de arkadaşlarım var, o zaman ne olacak? Belediyeden oraya da hoparlör koymasını mı isteyeceğim? Saçmalık. Bütün bunlar Birkaç meraklı Melahat'ın başının altından çıkıyor. Kahvede ihtiyarlar oturuyorlar, cenaze ilanı başlıyor. Susun bir, bakalım kim ölmüş? Sana ne, kim öldüyse öldü. Sanki tanıyacak ya da eskilerden biri ise tanıdık çıkacak. Vah vah... diyecek olay bitecek. Bunun mantığı biraz da şu: Cenazemiz kalabalık olsun. Hiç alakası olmadığı halde ayıp olur diye cenazeye gelenler var bu memlekette. Ne olur kalabalık olunca? Hiç, gösteriş olur. Zaten kalantor biri ya da akrabası ölünce Ulu Camiden de sala okunup ilan ediliyor. Laf yahu! Bunu bile gösterişe soktunuz ya helal olsun!

Tamam, bu sorunun üzerine de pek gitmeyelim. Bakın hep taviz verdik şehir mantığından, kasaba mantığına yaklaştık. Bir kez daha tamam, haydi anons ettirin cenazelerinizi. Peki diğer sorun nedir?

Gelelim diğer soruna…

Dinlemek zorunda mıyız? Kimin öldüğünü bilmek zorunda mıyız? Hayır. Kimin öldüğünü belediye hoparlöründen haber almak zorunda değiliz. Asıl sorun bu iken bundan feragat ederek diğer bağlantılı soruna geçelim. Bağlantılı sorun şu: Cenaze ilanın veriliş şekli. Bir yazımda bunun farkına varılması için ironik ve bir o kadar da abartılı deneme yapmıştım. Okuyanlar hatırlarlar. Diğerleri de www.edebya.tk adresli sitemden arayıp bulabilirler. Cenaze ilanları o hale geldi ki, artık cenaze ilanı mı dinliyoruz yoksa aile reklamı mı ayırt edemez olduk.

Cenaze ilanlarını birkaç bölümde irdeleyebiliriz. Aynı haber mantığı ile incelenebilir. 5 N 1 K. Tam böyle de değil biraz farklı oluyor gerçi. Neden öldüğünü, niçin öldüğünü, nerede, ne zaman, nasıl öldüğünü falan açıklamak tuhaf olur, uzun da olur. Birkaç paragraf sonra denemesini yazacağım zaten. O zaman tuhaflığı daha iyi fark edersiniz.

Merhumun ismi (Ki kadın isimleri verilmiyor o da ayrı bir saçmalık. Neyi saklıyorsunuz hangi mahremiyetten söz ediyorsunuz? Zaten mevta olmuş.) Merhumun köyü, kasabası ya da mahallesi, merhumun kimlerle bağlantılı olduğu (Annesi, babası, kardeşleri falan), işi, defin yeri ve saati, dilek ve temenni.

Örnek cenaze ilanı: Alternatif Radyo çalışanlarından, Kadıköylü, Ali oğlu Mustafa Uysal Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Merhuma Allah'tan rahmet (Bu kısma gerek yok aslında ama nezaket icabı.) ailesine baş sağlığı dileriz. (Bu kısımdaki dilek kime ait bilinmiyor zira, ilanı veren ailesi. Hayır belediye mi bize rahmet ve baş sağlığı diliyor?)

Bakın mesela, bizim sülale köyün epey geniş bir sülalesi. Ben bütün akrabalık bağlarımı hem de nerede nasıl çalıştıkları ve emekli iseler nereden nasıl emekli olduklarını saydırmaya kalksam rahmetin ardından bir de söverler gibi geliyor. Merhumun nerede nasıl çalıştığını bırakın, merhumun akrabalarının hatta dünürlerinin, bacanaklarının, kuzenlerinin bile nerede çalıştıkları, gelir durumlarının ne olduğu, ne zaman emekli oldukları, bunların tek tek nerede hangi mevkide çalıştıkları, idareci olup olmadıkları hepsi sayılıyor cenaze ilanlarında. Yazık, çok yazık! Hem bize yazık hem size. Merhumu saymıyorum bile.

Bir de 5 N 1 K kuralına göre haber verelim cenazeleri bakın nasıl olacak:

Kim?

Alternatif Radyo çalışanlarından, Kadıköylü, Ali oğlu Mustafa Uysal...

Ne?

Öldü.

Nasıl?

Yatakta uzanarak.

Niçin?

Doktor raporu henüz gelmedi.

Neden?

Vadesi doldu.

Nerede?

Tavşanlı, falan mahalle, falan sokak...

Ya! Artık gerisini siz hesaplayın.

Bu işi madem belediye yapıyor ve bütün tartışmaların ardından yayınlamak zorunda kaldı öyleyse düzenlemek zorundadır da. Akıl vermek mevkinde değilim ama söylemeden, yazmadan da geçemeyeceğim. Her işe ait bir form varken ne için cenaze ilanlarına dair bir form olmasın ve bu form sıkı denetlenmesin?

İşte bir form örneği, oluşturmak gayet basit. Denetlemek de öyle.

Örnek cenaze ilan formu:

Merhumun adı:

Merhumun yakınları: (Anne, baba, kardeş gibi 1. derece bu bölüme akrabalarının işi yazılmayacaktır.)

Merhumun işi:

Merhumun memleketi:

Cenaze merasimi yeri ve saati:

Defin yeri ve saati:


Dediğim gibi birkaç meraklının yüzünden bunca şeye katlanmak zorunda kalıyoruz madem bari bir usulü olsun. Ayıptır, komiktir yapmayın tuhaf şeyler. Babası falan dairede memurdu da dedesi ne iş yapardı, eniştesi halen şurada çalışıyordu da emmi oğlu nereden emekli, gibi komik şeyler de aklına getirmeyin insanın. Cenaze işlerini sulandırmayın lütfen. Belediyeden de ricam bu işi denetim altına alması.




24 Ekim 2008

YA EKONOMİK KRİZ DEĞİLSE BU?

YA EKONOMİK KRİZ DEĞİLSE BU?

Kriz ne anlama geliyor?

Türk Dil Kurumunun sözlüğüne bakalım:

1 .     Bir organda birdenbire ortaya çıkan fizyolojik bozukluk, akse:

2 .     Bir kimsenin yaşamında görülen ruhsal bunalım.

3 .     Bir şeyin çok kıt bulunması durumu.

4 .     Bir şeye duyulan ani ve aşırı istek.

5 .     ekonomi  Çöküntü.

6 .   mecaz  Bir ülkede veya ülkeler arasında, toplumun veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem, bunalım, buhran:

Şimdi durup dururken ne oldu da kriz ortaya çıktı? Benim ne suçum vardı ki kriz yaşamak zorundayım? Sorun benden mi kaynaklanıyor? Hayır, benden kaynaklanmıyor. Bu soruları toplumsal olarak soranlar genelde yanılanlardır. Bu soruları tekil sorunuz. Tavuklarının yumurtasıyla bile geçinmeye muktedir Ayşe nine şimdi niye kriz çığlıklarından muzdarip? Sebebi nedir?

Bütün geçmiş zamanlarda olduğu gibi şimdi de krizin tek sebebi şımarık zenginler. Geçmiş zamanlarda toplumların helak edilmesine sebep ne ise şimdi de krize sebep aynı. Aç gözlü dünyalılar olarak krizlerin sebebi aslında biziz. Şımarık zenginlerin küçük ortakları biziz.

Bütün şımarıkların babası ise USA.

Krizin babası USA, öyleyse niçin bu acıyı bütün dünyaya yaymaya çalışıyor? Acılar paylaşıldıkça azalır, belki onun içindir!? Kendi aç gözlülüğünün cezasını bize fatura etmek için elbette. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin liderlerini zirve için çağırdı Amerikan lideri. Bu krize bir çözüm bulalım istiyorlar. İyi de bizim bir krizimiz yoktu. Kucağımıza bırakıverdiğiniz şey tamamıyla sizin kabahatiniz. Doymak bilmez iştihanız sebebiyle bütün dünya acı çekiyor zaten yıllardır.

Kapitalizmin sonu diye adlandıranlar var bu krizi. Kapitalizmin kalbi olan Amerikanın bu krizden nasıl etkileneceğini henüz bilmiyoruz o yüzden bu sözler erken gibi geldi bana. Dünya sistem sancıları içinde sağa sola savrulurken kapitalizm insanüstü bir gayretle güçlendi. Bu kadar kolay çökeceğini asla düşünmüyorum. Elimizde fırsat varken bizim bu krize su ile değil bizatihi körükle gitmemiz gerekiyor. Ülkemizin selametini düşünen başbakanımız elbette dediğinde haklıdır. Demişti ki, yangına benzin ile değil su ile müdahale edilir. Bu ülkede benzin ile müdahale etmek isteyen kriz fırsatçıları var. Sonuna kadar haklı. Ben bu ülke için söylemiyorum körükle gidelim derken. Her kriz bütün insanlar için bir fırsattır. Bu fırsatı niçin sadece kötü emelli insanlar kullanıyor? İşsiz kalan için bile bir fırsattır aslında. Kendi fikirlerini hayata geçirmek, yeni fikirler üretmek için. Zorluk olmadan yeni bir şey, güzel bir şey elde edemezsiniz. Biz bu krizin aslında hiçbir yerinde değiliz ama bilin ki canımızı yakacak. Buna mukabil bize kazandıracağı hiçbir şey de olmayacak. Kapitalizmin yıllar boyu insanları sömürdüğünü bal gibi biliyoruz. O zaman niçin kapitalizmin cani çocuklarını kurtarmak için halkın vergilerini kullanalım? Özellikle kurtarma planlarını inceleyiniz. İçinde neler olduğuna bakınız. Vahşilerin boşalmak üzere olan kasalarını tekrar yolunmuş insanların emekleriyle doldurmak istiyorlar. Buna izin vererek yaptığımız şey kendi bileklerimizdeki prangaları onarmaktan öte gitmez. Ancak aptal bir esir bunu yapar. Stokholm sendromu mu yoksa? Yoksa biz işkencecimize mi aşık olduk?

Demokrasi ve kapitalizm…

Bazıları krizin demokrasi üzerinde de etkisi olduğunu düşünüyorlar. Saçmalık. Tam anlamıyla saçmalık. Kriz sebebi kapitalizmi ve demokrasiyi bir arada düşünen boş beyinlerin işi. Demokrasi zaten kapitalizmin uşağı değil midir? Kapitalistler bütün işlerini zaten demokrasiye yaptırmıyorlar mı? Sizin oy diye verdiğiniz şeyler zaten kapital sistemin bekasını perçinlemiyor mu? Kapital olmazsa demokrasi nasıl işleyecek söyler misiniz? Amerikan seçimlerinin aktörlerine bakınız. Kendi ülkenizin demokrasi aktörlerine bakınız. Aktörlere çok baktınız şimdi yapımcılara göz atınız. Kendilerine iş dünyasının büyükleri diyen insanların demokrasiye katkılarını düşününüz. Hala bağlantılar üzerine kafa yoruyorsanız boş verin. Çekin kuyruğunu gitsin. Demokrasi falan yok ki kriz onu etkilesin. Kapitalizmin dünyaya egemen olduğu zaman dilimi neyse o günden itibaren demokrasi ortada yoktur. Demokrasi zaten ilk çağ icadı olarak görevini başarı ile ifa etmiş ve tarih çöplüğüne atılmışken onu oradan kim alıp getirdi? Düşünün kim alıp getirdi? Avrupa'nın derebeyleri ve Amerika'ya göç etmiş suçluları değil mi? Niçin insanlara daha fazla özgürlük verildi? Verildi, diyorum dikkatinizi çekmiştir. Rönesans ile alınan bir kıymet gibi görünüyor oysa. Hiç değil. Özgürlük diye bahsettiğimiz şeyleri bugün verilmiş, lütfedilmiş hatta yem olarak tarif etmeliyiz.

Bu kriz ne ilk ne de son olacak.

Kalp krizi geçiren bir bünyenin yağlı gıdaları almaması, beslenmesine dikkat etmesi tavsiye edilir. İllaki bu bünye kendine zararı dokunacak ne kadar nane varsa hepsini yemeye devam eder. Yine kriz gelir. Kapital sistemin cani evlatlarının, zenginliklerinden sizin yararınıza vazgeçeceklerini mi umuyorsunuz? Kriz böyle mi bitecek? Bu tür ekonomik krizlerin hiçbir çaresi olmadığını bütün dünya bilmiyor mu? İdare eder şekilde devam ettirebilmek için ellerinden geleni yapacaklar. Kapital cinnet kasasını doldurdu, taşırdı. Sonra daha çoğunu elde etmek için planlar yaptı. Bir yerde o plan tekledi. Geri dönüş olmadı. Onların kaybı acaba milyonda bir var mıdır? Hayır. Geri dönmeyen kısım her zaman can sıkar. Krizin asıl sebebi budur. Üstüne odun sarmayacağınız eşeğe ot vermezsiniz. Otu verdiğiniz halde odun taşımamakta inat eden eşek kriz sebebidir. Dayak yer. Siz kapitalist süzmelerin (seçkin) bu krizden zarar göreceklerini mi düşünüyorsunuz yoksa? Dayağı her zaman eşek yer odun krizinde.

Her şeyin bir sonu var. Bir gün krizlerin de sonu gelecek.

Bu yaşadığımız ekonomik krize böyle bakabilmeliyiz. Üstelik yerel krizler de değil bunlar. Bütün dünyayı bir anda sarıveren daha doğrusu bütün dünyaya bulaştırılan bir illet bu kriz. Nasıl olacak da krizlerin de sonu gelecek? Bunun üzerinde kafa yormalıyız belki?

Bütün aç gözlülüğümüzle üzerine çullandığımız dünya bunu elbette kaldırmıyor. Bunu öğretsin diye ilahi kaynaklar yeryüzüne indirilmiştir. Bir vadi dolusu altını olan bir vadi dolusu daha isteyecektir. Tabiatımız böyle. Bu tam bir kriz sebebi değil midir? Altı küsur milyar insan aynı anda hakkından fazlasını istemeye kalkarsa bu böyle olacaktır. Biliyoruz ki bu da haksızlık olur. Bunun böyle olmasını isteyen insanlar bugüne kadar sadece batıda yetişti. Krizin kaynağı tamamıyla batı ahlakıdır. Bize de sirayet ettiyse tek sebebi batılı değerlerimizdir.

Aramızda tok gezen insan kalmadı. Natamam insanlar ülkesi olduk. Hiç kimse yerinden memnun değil. Hiç kimse aldığından memnun değil. Büyükler daha büyüğünün peşinde iken küçük zavallılar kırıntılar için kavgada. Kanaatten bahsedenlerin kalpleri hastalık içinde.

İçinde ahlakı barındırmayan hiçbir sistem insanca yaşama şartlarını sunamaz. Hangi ahlak sistemine bakılırsa bakılsın temeli ilahi kaynağa dayanır. Bozulmadan kalabilmiş ahlaki tabanları olan hangi ekonomik ya da sosyal sistem vardır yeryüzünde şu an? Yok. Bütün krizleri söküp atabilecek, insanların daha fazlasını istemesini önermeyecek bunun yerine kanaatin ve başkalarının faydasına çalışmanın önemini vurgulayacak, ebedi mutluluk kavramını da hayatımıza sokabilecek insani bir sisteme ihtiyacımızın olduğunu bugün daha açık yüreklilikle söyleyebiliriz. Bu bir istek olmaktan ziyade artık bir gerekliliktir. İçinde haksızlıklara karşı kin biriktirmiş bütün insanların içindeki kini de sevgiye dönüştürmeyi başarabilen bir sistem olmalı aynı zamanda. Kin ve nefret bugün hayatımızın eksenine yerleşti. Artık yeni bir şey üretmek yerine kinimizi ve nefretimizi keskinleştirmekten başka bir şey yapmıyoruz.

Krizin çözüm yolları arasında gösterilen ilginç bir haber gördüm geçenlerde. Üst düzey bir Japon yetkili kriz bitip toparlanana kadar ücretsiz çalışacağını ilan etmiş. Birçok kişi de buna destek verdiğini, aynısını yapacaklarını söylemişler. Bu arada yöneticinin aldığı maaş açıklanmamış ama Avrupa ve diğer gelişmiş ülkelerdeki eş değerlerine kıyasla az olduğu belirtilmiş. Haberin bu kısmını ayrıca okumak gerekiyor. Normal geçime sahip bir insanla o insanlar arasındaki farkı nasıl bir örnekle açıklamamı bekliyorsunuz? Yine de bu yapılan takdire şayan. Çözüm olacak mı peki? Elbette hayır. Çünkü insanlar bu tür şeylere tevessül etmeyecekler. Neden? Siz onlara her gün tüketmeleri hatta çok daha lüks tüketmeleri emrini veriyorsunuz. Niçin bunca keyif arasında iken bundan vazgeçsinler? İnsanların evlerinde o kadar lüks var ki, o lüksü terk edip işe gitmeleri bile mucize sayılır. Biz böyle giderse hep aç kalacağız ve bizi hiçbir gelir seviyesi hiçbir gayri safi milli hasıla ya da payımıza düşen bilmem kaç dolarlık milli gelir tatmin etmeyecek. Kapitalist üretim sistemi artık iflasın eşiğindedir. Sadece üretmek ve sadece tüketmek üzerine kurulu bir sistemin vereceği çok fazla özgürlük var daha. Bu özgürlükler dünyanın sonunu getirmenden önce mutlaka özgürlüğün tanımını yeniden düşünmeliyiz. Kapital özgürlükler ruhumuzun esareti olmaktan öte bir şey katmadı. Hepimiz Roma devrinin kölelerinden daha kötü durumdayız. Hint kast sisteminin en alt tabanından daha mahrum haldeyiz. Özellikle kadınlarımız orta çağ Avrupa'sının kadınlarından daha acınacak durumda.

Sadece kriz…

Sadece ekonomik krizlerde hepimiz dikkat kesiliyoruz. Paramızın kaybolup gitmesi endişelendiriyor bizi sadece. Doğrusu, dünya kuruldu kurulalı bizim kuşağımız kadar zarar eden hiçbir kuşak yaratılmamıştır. Ruhumuzdaki kriz sinyallerini anlayacak bir melekemiz yok. Ailemizdeki krizleri algılayacak bir donanımız yok. Olsa da tedbir alamayacak kadar sarhoşuz.

Ekonomik kriz nedir ki?

Para dediğiniz yine kazanılır. İnsan çorba ile de doyar. Bugün fakir olan yarın zengin olabilir. Maddi imkanlar kimsede kalıcı değildir. Zaten her bireysel krizle birlikte çökmüyor muyuz? Adam kalp krizinden öldüğünde serveti başkalarının eline geçmiyor mu? Hiçbir kriz tek başına gelmez. Felaketimizin ölçüsü ekonomik kriz değildir. Kaybettiğimiz borsa değerleri, döviz değerleri değildir. Bu krizler insanlığımızı da alıp götürüyor her seferinde. Artık gide gide insanlık kalmadı serde. Hayvanlar alemine özenir olduk. Bitkiler alemine özenir olduk.

Siz yine de ekonomik kriz diyorsanız…

Bunca zaman sonunda şunu öğrendim: Dünyaya ekonomistlerin gözüyle asla bakmayacaksın. Ekonomistlerden sadece gerçekleri ve sayıları alıp yorumlarını kendilerine saklamalarını rica edeceksin. Onlar sadece işlerini yapacaklar, yorumlarını genele yaymalarına izin verilmeyecek. Rakamlar bizi bir yere götürmüyor. Rakamlar demokrasilerin vazgeçilmez soytarılarından başka nedir? İçimizdeki aşk, şevk, azim, gayret ne oldu? Hangi şeyi aşk ile aşamadı insanoğlu? Hangi şeyde azmetti de ona karşılığı verilmedi? Kriz dediğiniz de geçer yeter ki gerçek sebeplerin peşine düşelim.



Tavşanlı'nın ticari arama motoruna hemen kaydolun...
Ya da hemen aramaya başlayın...

21 Ekim 2008

TOPLUM! NASSIN?

TOPLUM! NASSIN?

Son günlerde zihnimi toparlamakta epey zorlanıyorum. Etrafımızda ciddi (!) şeyler dönüyor ve ben, bunları yorumlarken gülümsüyor hatta alay ediyorum.

Kendi aklımı kutsayıp başkalarınınkini yermek akılsızlığına da düşmek istemiyorum. Azıcık aklım, olan bitenle ancak alay edilebileceğini söylüyor. İnsanlar beni büyük hayal kırıklıklarına uğrattılar bu güne değin. Toplumdan beklediğimi bulamadım. Toplumun, aklını kullanamayan aptallar güruhu olduğunu söyleyen biri çıktı ve bu, benimsendi de. Hayır, yüz bin kere hayır. Ben öyle olduğunu söylemiyorum, diyorum ki, toplumun bütün bireylerinin kendi aklının dikine gitmesi toplumu aptal yapıyor. Bireysellik, aptal bir toplum ortaya çıkarıyor. Benim için dayanılmaz bir durum. Dolayısıyla alay etmekten başka çare kalmıyor. Özgüvenini b.kunun koyuluğundan alan bireyler yetiştirdik, daha ne olmasını bekliyoruz ki? Özgüven ancak ailenin toplumla sıkı ilişkilerinden doğan bir durumdur. Batıdan aldığımız örneklerden oluşan bireysel özgüven ve akıl, güce ve kapitale dayanıyordu biz, aynen taklit ettik. Paraya ve güce dayanan özgüvenin geri planında mutlaka ama mutlaka hırsızlık ve yolsuzluk olduğunu çözemedik. Her kafa kendi aklının çizdiği yolda ilerleyip kendi kargasını takip edince, pisliğe batan burun büyük (toplum) oluyor.

Ağlanacak halimize, diye başlayan cümleler kuracağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Vücudu bittamam kıl kaplı Cermen dağlısının ahır uşağı bile bizimle alay etme hakkını bulmalıdır kendinde. Biraz parası olan, babana bile güvenmeyeceksin, diye ahkam kesiyor bu ülkede. Bakın artık toplumumda bile diyemiyorum. Ülkede, diyorum. Cemaat bilinci diyeceğim, bu kez şeriat özlemcisi yaftası ile damgalanıp bütün fikirlerim köşeye atılacak. Biliyorum ki, ben bu ülkenin içinde fakat muhtevasında değilim. Sahiden, bakın etrafınıza, kardeşim, diye hitap edilen insanlar neredeler ve biz artık niye toplumun bireylerini kardeşlerimiz olarak görmüyoruz? Akşama kadar ekonomi haberleri seyreden babalar-erkekler, gün boyu yarışma-dizi seyreden analar-kadınlar, işi gücü müzik-oyun-seks üçgenini çözmek olan gençler, yarış atı gibi çocuklardan oluşan bir toplumda varsa bile, öyle kardeş istemiyorum.

Bir çok olay tertip ediliyor –oluyor, yanlış- biz bunlar karşısında bireysel aklımızın en dip kısmını kullanıyoruz. Çıkar hesapları yapan ahmaklar, aynı zamanda çok kurnaz olmalılar ve öyleler de. Bununla beraber kusursuz suç yoktur. Her yaptıklarında bir kusur var. Bazı kusurları o kadar açık sırıtıyor ki, yine de insanlar, vardır bir bildiği, kutsamasına sığınıyorlar. Düşünsenize, Türkiye kimlerle gurur duymadı bu güne kadar. Dolandırıcıya başımız, tacımız diye sarılanların ve daha nicelerinin yaşadığı bir herc-ü merc coğrafyasında kardeşler olmaktan çok uzağız. Kullan at türünden plastik eşyalarız hepimiz. Ben mesela, plastik çatalım, batıcı bir tarafım var gibi görünse de bir pikniklik ömrüm var nihayet.

Haydi yerele dönelim, dün yerel televizyonda, haber bülteninde devlet hastanesinin yetersizliğinden şikayet edildiğine dair bir haber verildi. Tavşanlı'nın tamamının aptal yerine konduğunun ve tepemizde tamamlanmasına ramak kalmış devasa bir devlet hastanesinin inşaatının dikildiğinin farkında değil mi yani Tavşanlı? Niçin bu hastane bitmiyor, sorusu kimsenin aklına gelmiyor mu sanki? Bültene o bölümü yansımasa da olur, he ya, yutarız.

İnsanlara, haber yahut bilgi ne için verilir? Düşünün bunu, ne için bilgi veya haber alırsınız? Uyanıklar sizi, bu soruların ikisi de ayrı sorular değil mi, hemen fark ediverdiniz! Haberin veya bilginin veriliş amacı başka, sizin bilgiyi veya haberi isteyiş amacınız başkadır oysa. Çünkü ikisinin de faili ayrıdır.

Her olayda bir komplo aramıyorum. Alay etmekle kifayet ediyorum. Ne komplosu kardeşim, ne komplosu? Çocuğun elinden şeker almak için komploya ne hacet? Mel mel bakar ve bir süre sonra susar kerata. Helal olsun, vallahi helal olsun, adamakıllı bir dolandırıcının tezgahından geçiyor olsam, helal olsun. Ne yazık ki, gözüme bakarak gırtlaklanmak ve kendi soframda aç kalmak, zoruma gidiyor. Adamlar gözümüzün içine baka baka eşşek (tek "ş" ile yazılır.) yerine koyuyor bizi. Özgürleştirmeye başlayıp toptan özgürlük diyarına yollayacaklar hepimizi.

Mâşerî şuura, akla ihtiyacımız var. Birbirimize güvenmeye ihtiyacımız var. Yoksa, sal gerisini çayıra. En akıllımız değirmene dolar öğütmeye gitti. Geçenlerde bilim adamlarından birine sordum, aklınızla maaşınız orantılı olsaydı ne olurdu, diye? Zaten öyle, demez mi? Nasıl olur, dedim? Aklım kıtmış ki, kalktım bilim adamı oldum, biraz daha aklım olsaydı başka işler çevirirdim. Ülke içindeki gelir dağılımına bu çerçeveden bakınca, toplumun akıl diyagramında büyük bir bölüm fakir. Yahu işe bakın, yine Aziz Nesin'le aynı noktaya geldik.

 

 



Tavşanlı'nın ticari arama motoruna hemen kaydolun...
Ya da hemen aramaya başlayın...


PAYLAŞIM SÖZLEŞMESİ

PAYLAŞIM SÖZLEŞMESİ

Gelin aramızda bir sözleşme akdedelim. Boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı kıyamet günü hakkı için, gelin aramızda güzel bir anlaşma akdedelim. Allah, kısım kısım kul yaratmış. Kimi yaya kimi atlı, kimi uçar çift kanatlı... Elbette kulların hepsi aynı yaratılmamıştır. Gelin, eşitlik değil ama adalette buluşmak için bir sözleşme akdedelim.

Kazananlara, bu ne bolluk böyle, demeden, gözümüz yok, Allah daha çok versin, diyelim. Efendi köle ilişkisi, diye bir şeyin sözünü duymak şöyle dursun bunun varlığını bile hissetmek istemiyoruz toplum olarak. Biliyorum ki, bu denge şımarmışlar yüzünden bozuldu ve bozulmaya devam edecek. İnsan olanlar, yeniden diriliş inancı taşıyanlar ve yürek taşıyanlar, gelin bir sözleşme akdedelim. Bu sözleşme hem sizin iki dünya huzurunuz hem de sizin malınızda hakkı olanların iki dünya huzurları için olsun.

-Emrimde çalıştırdıklarımın alnının teri kurumadan ve hakkıyla ücretini verebilecek şekilde işe alacağım ve istihdam planlarımı buna göre yapacağım.

13 Ekim 2008

MANEVİ, SIRLI, TILSIMLI, GİZLİ, GÖZLÜ PROGRAMLARA KATKIMDIR.

MANEVİ, SIRLI, TILSIMLI, GİZLİ, GÖZLÜ PROGRAMLARA KATKIMDIR.

Bir hikaye de benden...

Sizi bilmem ama ben, Sır Kapısı'cıyım. Yeni moda, türedi programlara müntesip bulunanları da kınıyor ve kıyasıya eleştiriyorum. Ne onlar öyle kardeşim, hep taklit hep taklit. Benim programım hepsine on basar. Hatta yetinmez bir on daha basar. Bizler, yani Sır Kapısı'cılar, programımıza bağlıyızdır. Başka bir kanala geçse bile takip ederiz. Diğerleri öyle mi ya, onlar hangi kanalda ne varsa seyrediyorlar. Kimisi Sırlar Dünyası, kimisi Gerçeğin Ötesi, kimisi Gizli Dünyalar, kimisi Kalp Gözü, kimisi anasının gözü... Sır Kapısı'cılar olarak biz, programımıza bağlıyızdır. Zaten programların hepsi başka bir alem. İslam adına, din-ü mübin adına hepsi de ne güzel şeyler anlatıyorlar değil mi?! Buradan, Sır Kapısı bağlıları adına diğer bütün program seyircilerini kınıyorum. Onlar yanlışın içindeler. Bize gelin, biz en hakiki İslamî hikaye anlatıcısıyız. Hatta biz Sır Kapısı'cılar o kadar bağlıyız ki programımıza, kendimiz uydurmaz, bizzat yaşadığımız olayları kaleme alır program yapımcımıza altın işlemeli zarf içinde, okur üfler öyle göndeririz. Her olaya da gayet esrarlı ve bilumum uyuşturuculu tarafından bakar ve her olayın içindeki mucizeyi ve tılsımı görür başkasının da görmesi için ulu kişi programcı hazretlerimize arz ederiz. Onlar da bin bir gayretle filme alıp bize seyrettirirler. Şükran ve sadakatle efendim.

Bakınız, geçen akşam mübarek ramazan günü başımdan geçen bir olayı nakledeyim. Sırf Sır Kapısı'lık bir olay yani. Arkadaşlarla kahvehanede bir ramazan akşamında öylesine, yani mucizesiz mucizesiz oturuyoruz. Adi şeyler yapıyoruz; çay içiyoruz, gazetelere bakıyoruz, hal hatır soruyoruz. Hatta içilen çaylarda bile uhrevi ve sırlı bir tat yok. Tılsımı kaçmış bir akşamdayız, anlayacağınız. Düşünebiliyor musunuz, ramazan akşamındayız ve ortada sırlı, tılsımlı, mucizevi hiçbir şey cereyan etmiyor. Neyse efendim uzatmayalım. Gazetedeki bulmacanın son karelerini de doldurduktan sonra evlere dağılmaya karar verdik. Kahvehanenin kapısından çıktık ve geceye nefeslerimizi bıraktık. Ortalık tenha sayılmazdı geç vakit olmasına rağmen. Ramazan ya hani, o yüzden insanlar evlerine pek geç gidiyorlar. Bazıları sahura kadar çarşılarda oyalanıyor. Bir baktım, yolun karşısından nurlu bir nesne bize doğru geliyor. İlk bakışımda sıradan bir ışık zannetmiştim gerçi ama sonradan nurlu olduğunu anladım. Bir çocuk, on, on iki yaşlarında. Sıkıca giyinmiş, giyindikleri pek eski püskü şeyler ama. Elinde bildiğimiz siyah poşetlerden bir tane var. Poşette bile bir sır gizli gibi. Bilirsiniz, ayakkabı boyacıları boya sandığı taşırlar yanlarında. Ama bizim nurlu çocuk, boya malzemelerini poşete doldurmuş. Şeyin orada oluyor bu olay, şu kanal caddesinde otobüs yazıhanesinin alt tarafında bir yerde. Vakit gecenin yarısı, tam öyleydi sanırım. Çünkü o an saatimin de bir gizli güç tarafından ihata edildiğini gördüm. O muamma, o nur aniden konuşuverdi. Hem de bize, biz gizemsiz heriflere. "Boyalım mı ağabey?" Ben, tabi sırrın tamamına henüz vakıf olmadığım için, "Ne işin var bu saatte git evine!" diye hafif yollu söylendim. O nurlu çocuk, "Daha para kazanacağız ağabey." Deyiverdi. Haaa, anladım ki, kazın ayağı öyle değil. Kaça boyadığını sordum, ayakkabılarımın boyanmaya ihtiyacı da yok sayılırdı. Kaplumbağa sırtı gibi olmamıştı daha. "Beş yüz." Dedi. Elimi cebime attım, ne kadar bozuk para varsa çocuğa uzattım, sanırım bir milyonu geçkindi. "Boyadın say." Dedim, babayani. Arkadaşlar tabi başka dizinin tarikatından, birisi Kalp Gözü'cü, birisi Sırlar Dünyası'cı, anlamadılar benim ne yaptığımı, böyle alıştırma, bırak çalışsın, bari boyatsaydın... gibi şeyler söylediler. Aldırmadım. Gidip yattık netice itibarıyla. O gece rüyamda çok şey, yahu kullanacak sırlı kelime kalmadı, güzel, diyelim, güzel rüyalar gördüm. Neyse sahura kalktık, sabah oldu. İşe gideceğim, uyandım bir de baktım ne göreyim, ayakkabılarım boyanmış. Pırıl pırıl olmuşlar. Aha o gün bu gündür ayakkabılarımın boyaya ihtiyacı olmadı. Aradan aylar geçti. Ya, ne sırlar gizli değil mi hayatımızda?!

Ey okuyucu, burada dur ve dinlen. Seni bu kadar mucizeye ve tılsıma batırmışken kafan esriktir zaten, biraz nefes al! Yahu ben ne anlatıyorum? Altı üstü, bir çocuğa günlük çay masrafımın onda biri kadar bile etmeyen bir meblağ vermişim. Allah, bu vicdan kusmuğunu benim yüzüme çarpacağına, haşa, benim ayakkabılarımı mı boyayacak yani? Yahu el alemin hoppa televizyonu niçin benim dinimin hayrına olan bir şeyi yayınlıyor, diye niçin sormuyorum? Hayatımı niçin gerçeklerden koparıp mucize kovalayan, ahmak, tembel, basiretsiz, hakikatsiz, vahiyden bihaber şeylerin peşinde koşturuyorum? Bu mudur, benim dinim bu kadarcık mıdır yani? Anlattığım gibi oldu evet, ama bir farkla. Ne sabaha ayakkabılarım boyalı çıktı ne de ben böyle bir şey bekledim. Sadece vicdanım körlüğünü kaldırması için Allah'a yalvardım ve dua ettim. Kalbimin gözünü bunlar mı açacak? Ki, ben onların anlattığı şeyleri Hıristiyan'ların anlattıklarında da görüyorum. Hayır, İslam böyle bir şey değil. 



Tavşanlı'nın ticari arama motoruna hemen kaydolun...
Ya da hemen aramaya başlayın...


09 Ekim 2008

ONLAR ŞEHİT OLUR BİZ MİTİNG YAPARIZ


ONLAR ŞEHİT OLUR BİZ MİTİNG YAPARIZ

Her gün şehit haberleri geliyor.

Terör örgütünün aramızdan aldığı canların cenaze törenlerini izliyoruz. Gün oluyor 15-17 oluyor sayı…

İşte o zaman haydi miting yapalım diye bir fikir geliyor aklımıza. Haydi gazımızı atalım. Şehitlerimize duyarlı olduğumuzu ortaya koyuyoruz. Ülkemizdeki gelişmelere duyarlı olduğumuzu ortaya koyuyoruz, güya.

Ben de anlamadım.

Toplum olarak mitinglerle önüne geçebileceğimiz birçok meseleyi mitinglerle protesto etmedik bu güne kadar. Sessiz kaldık. Mitinglerle mesajımızı anlamayacak hangi konu varsa gittik miting yaptık. Miting mesaj veriyor, diyor ki: PKK kahrolsun. Paşam bizi de al askere. Yok ol PKK!

Tabi niye olmasın, siz istediniz ya yok olacak tabi! Siz bağırdınız ya elbette Allah terörü kahredecek!

Mesaj kime karşı, kimin için?

Mitingde verdiğiniz mesaj kimeydi Allah aşkına?

Kahrolsun PKK! İyi güzel.

Aponun p.çleri! Ne oldu bize, ağzımıza yakıştı!?

Paşam bizi de al askere! Götürün hepsini.

Ne demek istendiğini anlıyorum elbette. Bazen olur ki, ne demek istediğinizin hiçbir anlamı olmaz. Ne demek istediğinizi açık seçik söylemeniz gerekir. Bu ülkeyi seviyoruz. Ve zannediyoruz ki, bu ülkeyi sevdiğimizi canhıraş biçimde göstermek yetecek. Sevmenin hiçbir şeye yetmediğini, heyecanın hiçbir meseleye çözüm olmadığını unutuyoruz.

E, miting de yaptık. Görevimizi yerine getirdik arkadaş.

Gerisi?

Gerisini görevliler yapsın.

Hani askere alınmayı istiyordun?

Bırakalım şimdi bu gazı alınmış insan mantığını.

Toplumun olayları sindirmesi için gazı alınır bazı zamanlar. Miting de bunlardan biriydi. 17 şehidimiz vardı, kızdık, üzüldük, miting yaptık. Şiirler okuduk, nutuklar dinledik, mehterle tüylerimizi diken diken yaptık.

Daha ne istiyorsun lan!!!

Ne diyorsun lan sen!!!

Ya, işte böyle. Benim işim buraya kadardı. Bunları konuşmak zor. Hemen karşınıza dikilip bağırıyorlar. Kimsin sen vatan haini mi?

Kimse sorularını getirmemiş meydana. Bayraklarını alıp gelmişler ama sorularını getirmemişler. Koca ülkenin düştüğü acziyeti yanında getirmemiş kimse. İçinde bulunduğumuz komik durumu cebine koymuş herkes, sanki dünyanın en güçlü toplumuymuş, sanki bir doğruluverse komple etrafını yıkarmış gibi tavırlar takınmış herkes.


Yahu hiç mi kafanızı kurcalayan bir şey yok?

Hiç mi sorunuz yok?

Bunca olaydan sonra hiç mi aklınıza soru gelmez?

Neden, diye niçin sormazsınız?

Durun şimdi, etrafınıza bakın.

İlk hesap sorulması gereken yer neresi?

Kocaman bir ülkeyiz evet. O zaman üç beş çapulcuya mı bağırmalıyız? Yoksa üç beş çapulcuya dağ gibi civanlarımızı kaptıranlara mı? Paşam bizi de alsın askere de ne yapacağız orada? Elbette bunu söyleyenler yalan söylüyorlar. Yalancısınız. Savaş durumu olsa önce siz kaçarsınız askerlikten. Yalancısınız. Çünkü siz korkaksınız. Hesap sorulacak yeri bal gibi bildiğiniz halde işi heyecana, kolay olana vurup gösteri yapıyorsunuz. Siz gösteri adamlarısınız. Aslan görünmeden önceki avcının durumundasınız. Karşınızda aslan yok, aşağılık birkaç terörist var. Bunun çözümü de sizin bağırıp çağırmanız değil. Haydi, Irak'ın kuzeyinden gelen havan toplarının hesabını sorsun başımızdakiler biz de o zaman top yekûn arkasında duralım o iradenin. Vicdansız, namussuz Amerika'ya hesap sorsun başımızdakiler biz de arkalarında duralım. Haydi, kurumlarımız kendi öz eleştirilerini yapsınlar biz de yardımcı olalım.

En son söylediğim en tehlikelisi değil mi miting insanları için?

Bütün bunlar ne için söylendi?

Boş ver kap bayrağı mitinge gidelim. Zaten bütün yetkililer orada şiir dinleyecek, nutuk atacak. Kameralar ağlayan anaları çekecek. Haydi, biz de ağlayalım. Oturup ağlayalım. Giden 17 şehit ve daha niceleri adlarını yazdırdılar, kurtuldular sorumluluktan. Erkek aklıyla yaşar. Kadınlar duygularıyla. O miting alanlarında akıl var mıdır? Soru var mıdır, çözüm var mıdır? Duygu vardır.

Amaaan, dükkanı kapat gel işte. Akşam haberlerde nasıl çıktığımıza bakarız.

Edebiyat ne edepli bir şey. Ki, o yüzden sövemez bir yazar yazarken.

21 Eylül 2008

Ali İhsan Günevi ile röportaj

Ali İhsan Günevi ile röportaj…
Mustafa Uysal: Ali İhsan Bey kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Ali İhsan Günevi: 1961 Tavşanlı doğumlu, Ticaret Lisesi mezunu, halen Tavşanlı’da ikamet eden biriyim. Yıllarca nakliyecilik yaptık, otobüsçülüğe döndük. Hala da devam ediyoruz. Şu anda da Kütahya Lider otobüs işletmesinin yönetim kurulu başkanlığını yapmaktayım.
M.U. : Firmanızdan kısaca bahseder misiniz?
A.İ.G.: Firmamız 1991 yılında Tavşanlı Turizm Seyahat Ltd. Şti. olarak kuruldu. Zaman içinde Kütahya isminin ilçe isminden daha iyi bilinmesi ve öğrenci, asker gibi kişilerin kolaylığı açısından ve yolcunun dikkatini çekmek için bir kanaat hâsıl oldu bizde. Dedik ki, Kütahya Lider olarak devam edelim. İlk kez gelen insanların Kütahya ismini aradığını anladık ve firmamızın ismini Kütahya Lider olarak değiştirdik.
M.U. : Bize, yaptığınız işi biraz anlatabilir misiniz? Sonuçta kömür taşımaktan farklı, insan taşıyorsunuz.
A.İ.G. : Yaptığımız iş aslında çok sorumluluk isteyen bir iş. Bugüne kadar Allah’a şükür çok başımızı ağrıtır olaylar, büyük kazalarımız olmadı. Yapmış olduğumuz turlarda, düzen, tertip, disiplin sağlamaya çalışıyoruz. Göndermiş olduğumuz personelin dinlemiş olmasına, eğitilmiş olmasına dikkat ediyoruz. Biliyorsunuz trafik kazalarının yüzde doksanı insan hatalarından kaynaklanıyor. Araçlarımızda da çok sıkıntı kalmadı, eskisi gibi değil. Her şeyi ile oldukça iyi. İnsan kaynaklı hataların da önlenmesi için gerekli tedbirleri alıyoruz. Aslında bana göre zevkli bir iş. Ama sorumluluğu tam almaz da yola çıktığında yolcuları yolda bırakırsan, bakımlarını yaptırmaz, lastiklerini, yakıtını kontrol etmezsen o zaman sıkıntılı meslek haline gelir. Biz mümkün olduğu kadar insanlara hizmet ettiğimizi, yardım ettiğimizi düşünerek hareket ediyoruz. Yardım ederken, hizmet ederken de para kazandığımızı düşünerek yapıyoruz bu işi.
M.U. : Yani yaptığınız şey aslında sadece insanları taşımak değil daha yüzlerce sorumluluğu yerine tam olarak getirmek. Araçlarınızla, personelinizle, trafikle vs. her şeyle ilgilenmek zorundasınız.
A.İ.G. : O sistemi götüremediğimiz zaman sorunlar başlar. Bu da istenmeyen bir şeydir. Kamyonunuzda lastiğinizi istemediğiniz zaman değiştirmezsiniz belki. Ne olur? Yolda kalırsanız bir tek siz çile çekersiniz. Bizde öyle değil, bütün yolcularımızın önünde rezil oluruz, onları perişan ederiz. Bizde öyle bir tabir vardır, araç tam da en dolu olduğu zaman arıza gelir bizi bulur. Çok dikkat etmek gerekiyor. Bu işte araçlarınızın bakımına aşırı özen göstermeniz gerekir. Personelinizin yetişmesine ve gelişmesine, dinlenmesine özen göstermeniz gerekiyor.
M.U. : Yaptığınız iş aslında, Tavşanlı için söylüyorum, çok ön planda olan, dikkat çekici bir iş değil gibi. Bununla beraber bütün insanların kullanmak zorunda olduğu bir hizmet üretiyorsunuz. Firmanız bu haliyle Tavşanlı ekonomisine ve istihdamına nasıl bir katkı sağlıyor?
A.İ.G. : Şimdi biz, 28 tane otobüs çalıştırıyoruz. Bu otobüslerin en az bir iki ortağı var. Artı üç-dört tane de personeli var. Kaptanı, muavini, yedek kaptanı, hotsu…
M.U. : Firmanız 100’e yakın istihdam sağlıyor diyebilir miyiz?
A.İ.G. : Daha fazla, garajdaki çalışanlarımız, 15-16 kişi… Aileleriyle birlikte 400 kadar kişi geçimini sağlıyor buradan. Bunun yanı sıra yan kollarıyla da istihdam yaratıyor. Hep deriz işte Balıkesir-Kütahya yolu açılsa Tavşanlı’nın çehresi değişir. Ulaşım insanları ve memleketleri birbirine tanıttığı zaman faydalı oluyor. Eskiden bir sabah bir akşam arabalar olurdu. İnsanlar iş için gelecek gidecek hepsi sorun oluyordu. Şimdi 24 saat içinde, gece yarımdan sabah 7.30’a kadar hariç, her saat her dakika buradan Eskişehir’e ve Bursa’ya, Antalya, Ankara’ya bir şekilde ulaşmak mümkün ve kolay. Bunun da ekonomi üzerindeki etkisi asla yadsınamaz. Tavşanlı tıkandı, biz en azından bir nebze olsun açıyoruz Tavşanlı’yı dışarıya.
M.U. : Tam olarak nerelere yolcu taşıyorsunuz?
A.İ.G. : Ana hatlarımız, Ankara, İstanbul, Bursa, Eskişehir, Kütahya bir de Kütahya bağlantılı İzmir, Antalya’mız var. Eskiden buradan da kaldırıyorduk İzmir ve Antalya’yı. Kalkışlarda ve dönüşlerde sıkıntı olduğu için Kütahya bağlantılı yaptık. Buradan bilgisayardan biletini kesiyoruz, Kütahya’ya taşıyoruz, sorun olmuyor yani.
M.U. : Her sektörün sorunları var. Birçok röportaj yaptım, sorunları konuştuk. Genel sorunlar var, sizin işte, yakıt masrafları, yasalar var… Bir de yerel sorunlar var. Yerel yönetimler, yolcular, işletmecilik, rekabet… Toparlayarak söylersek neler bunlar?
A.İ.G. : Bizim öncelikli problemimiz akaryakıt. Mazota çok zam geldi. Bunu değişik şekillerde aşmaya çalıştık. Yağ oldu, ucuz mazot oldu, gaz oldu. Biz sahipsiz bir mesleği yapıyoruz. Yıllardan beri federasyon olarak da bize tam sahip çıkılmadı, Ulaştırma Bakanlığından da bize sahip çıkılmadı. Havayolları ve denizyolları araçları, işletmeleri devletten indirimli akaryakıt aldılar. Bize böyle bir hak tanınmadı.
M.U. : Üvey evlat muamelesi gördünüz anlaşılan.
A.İ.G. : Üvey evlattan da kötü. Eskiden 30–35 kişi ile çıkarırdık masrafımızı. Yani gidiş-dönüş 35 kişiyi bulduğumuz zaman biz masrafımızı çıkarıyorduk, nereye gidersek gidelim, böyle bir standardı vardı bu işin. Bir anda 60 kişiye çıktı. 30 giderken 30 gelirken bulabilirsek biz herhangi bir güzergâhtan, Ankara olsun Bursa olsun, bulabilirsek araba masrafını karşılayabiliyor. Personel, yakıt (en büyük gider), lastik, bakım-onarım… Lastik mesela, eskiden 50–100 liralık lastikler oldu 600–700 lira. Bizim sorunlarımız, sahipsizlik bir, ikincisi istikrarlı akaryakıt fiyatı olmaması, üçüncüsü biz çok yenileme durumunda bırakılıyoruz. Araç yenilemeden bahsediyorum.
M.U. : Bu durum yasalardan mı kaynaklanıyor?
A.İ.
G.: Hayır, fabrikaların şahsi menfaatleri. Çıkarıyorlar üst modeli, fiyatını takdir ediyorlar, reklâmlarını yapıyorlar, büyük firmaları çağırıyorlar diyorlar ki: Size biz bu araçları (örneğin) 400 bin liraya değil 300 bin liraya vereceğiz, on tane vereceğiz, buna hat açın. Büyük firmalara cazip hale getiriyorlar. Büyük firmalar tabi, ufakları düşünmüyor, balıklama atlıyorlar. Bizim 2005 model araçlarımız peronlarda ikinci sınıf araç muamelesi görüyor. Hâlbuki biz daha borcunu bitirememişiz. Yetişmek mümkün değil. Bu durumu biz zaman zaman Ulaştırma Bakanlığının toplantılarında, bölge toplantılarında dile getirdik. Bir modelin en azından 10 sene hüküm sürmesi gerektiğini anlattık. Bakanlık üretimi takip etmeli işletme ruhsatları verirken.
M.U. : Sanırım bunu devlet de körüklüyor. Yanılıyorsam uyarın, ihalelere girmek için yeni araç şartı falan koyuyor.
A.İ.G. : Evet koyuyor. Model tahdidi koyuyor. Mesela Milli Eğitim Bakanlığının 8 yaş. Bizim belge çıkarmamız gerekiyor, burada 10 yaş aranıyor. Tamam, bunları yaş olarak arasın aynı model aracın modellerini belirliyor. Model değiştirirken de zor oluyor. Fabrikalar da 3–5 sene sonra diyor ki, arkadaş biz bu modele geçtik. Sen yeni almışsın da daha 3–5 yaşına girmemiş. Daha borcu da var, değiştiremiyorsun. O zaman da elimizdeki araçlar da peronda ikinci sınıfa düşüyor. Buna bir standart getirilmesi lazım acilen.
Bir zaman dingilli çıkardılar, bir zaman çift katlı moda oldu, şimdi yine çift katlılar moda olmaya başladı. Durumu iyi olan firmalar bunlara atlıyor. Model ve tip yenilendiği için de yolcu da bir merak başlıyor. Senden yolcuyu çalıyor. Rekabet koşulları oluşmuyor. Firmalar arasındaki uçurumlar gittikçe açılıyor.
M.U. : Devlet düzenleyici rolünde pek etkin değil anladığım kadarıyla. Bir de yerel sorunlarınız var. Tavşanlı’ya Metro şirketinin geleceği söylentileri var ortalıkta. Üstelik bunu getirecek olan kişinin sizde yöneticilik yaptığı da söyleniyor. Meslek etiği olarak ya da rekabet açısından bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
A.İ.G.: Buraya herhangi bir firmanın gelmesi bizi çok sıkıntıya sokmazdı. Bizim en büyük sıkıntımız o, içimizden birinin bunu yapması. Biz birbirimizi tanıyan, birçok kişiyi istihdam eden bir yeriz. Bu kişilerin şehir içinde irtibatlı olduğu binlerce kişi var. Bu tür firmaların küçük yerlerde çok iş yapamadığı da bilinen bir gerçek. Metro’nun buraya kendi başına gelmesi bizi çok fazla etkilemezdi. Bunda bizi yaralayan taraf, bizi bundan esas sıkıntıya sokan taraf, yıllarca firmamızda yöneticilik yapmış Yusuf Karacan’ın getirmesi. Artı, bir burada yöneticilik yapmışsın, yapılan hiç etik değil. İkincisi bu firmaya 580 bin lira gibi büyük bir borç yükü takıp gitmişsin, bu firma senin borcunu öderken böyle bir hareket içinde bulunması bizi sıkıntıya sokuyor. Bizim ağırımıza giden, bizim gücümüze giden, bizi sıkıntıya sokan, bizim mantık çerçevesinde anlayamadığımız, açıklamasını bulamadığımız bir durum bu. Bize geliyorlar, bu Metro’yu Yusuf getiriyormuş, neden yapıyor bunu dedikleri zaman mantıklı bir açıklamasını bulamadığımız bir tavır içine girmesi bizi üzüyor.
M.U. : Şu olabilir mi, Kütahya Lider Tavşanlı’ya yetmiyor, onun için başka bir firma getiriliyor?
A.İ.G. : Yok, yetiyor. Bizim yazın yaptığımız kışın yapmadığımız seferler var. Bu niye? Yolcuya yok satmamak adına. Ben daha özel günler hariç ki özel günlerde bile her saate ilave yapıyoruz, ihtiyaç olduğu sürece ilave yapıyoruz, yetmediğini görmedim. Yani Tavşanlı’ya biz yetiyoruz.
M.U. : Hepimizin gördüğü de o zaten, sıkıntı yok bilet bulmada.
A.İ.G.: Gelen firma ulusal çapta bir firma aslında. Fakat kaliteli yolculuk yapacağım ben onun için Metro derseniz yanılırsınız. Öyle denilebilecek bir firma değil. O da bizim gibi. Mantığı zaten o bu firmanın. İstanbul’da lüksten ziyade alt gelir grubuna hizmet veren bir firma. Hatta hatta uçak mantığı ile hizmet veren bir firma. Çarşamba, Perşembe hafta ortası bir yere yolculuk yap 30 lira, hafta sonu bilet almaya git 60 lira. Bu mantıkla çalışan bir firma. Yolcusunu düşünen, standartları sağlayabilmiş bir firma değil.
Biz böyle yapmıyoruz. Ulaştırma Bakanlığından almış olduğumuz birim fiyatı var, onun yüzde yirmi altına zaten inemiyoruz. Rekabet kurulu yasaklıyor. Gidiş-dönüş, talebe indirimimiz var, bir de özel indirimlerimiz var. İşte hastadır, çok sık gelip gidiyordur, bu tip insanlara yaptığımız indirimlerimiz var.
Bizi burada Metro, firma olarak sıkıntıya sokmaz. Üstüne basa basa söylüyorum, biz Yusuf Karacan’a ne yaptık ki, Yusuf Karacan bu insanlara, kendi borcunu ödeyen bu insanlara bu firmayı getirerek bedel ödetmek istiyor? Ben bunu anlayamıyorum, kimseye de izah edemiyorum, kimse de bunun izahını yapamıyor. Biz insanlarla görüştüğümüz zaman sıkıntılar yaşıyoruz. Sayın Tavşanlı halkından bir tek şey istiyorum, bu röportajı okuyup da bilgi sahibi olduğu zaman lütfen o kişiye sorsun, Yusuf bey, bu insanlar senin borcunu ödüyormuş, bak burada öyle yazıyor, niye bu insanlara bir kötülük daha yapıyorsun? Diye. Lütfen sorsun bunu insanlar. Eğer mantıklı bir cevabını alabilirlerse biz de öğrenelim. Ben bunu istiyorum. Bunu havsalam almıyor.
Nitekim bizim bu kişiyi, görevini kötüye kullanmaktan şikâyet imkânımız vardı. Bunu yapmadık. Dedik ki, biz hâkim olmayalım. Yargıya intikal ettirelim, yargı da suçu sabitledikten sonra bunu… Aslında biz onun suçunu, mahkemeden bilirkişi isteyip, suçunu tespit ettirip, bu suçları işlemiştir, diye müracaat etseydik savcılığa şu anda bunların hesabını cezaevinde veriyor olacaktı. Biz tam tersini yaptık. Dedik ki: (Rahmetli Mustafa Ünal, avukat, muhasebeciler, ilk bu olay patladığında toplantı yaptığımızda, bu işin iki yolu var dedi, Mustafa Ünal da bizim denetleme kurulu üyemizdi, o zaman.) Adamı rahat bırakalım, bu hatalar yapmış, hatalarını düzeltme fırsatı bulsun hem de suçluluğu mahkeme tarafından tespit edilsin. Mahkeme bilirkişi tayin etsin, suiistimalini ortaya çıkarsın. Birkaç sefer yakalama çıktı. Hatta bir tanesi kardeşinin öldüğü gün cenazesine denk geldi. Bizzat avukata telefon açtım, dedim ki, cenazede böyle bir şey yaşanırsa ayıp olur. Yakalamasını kaldırın. Hoş şeyler değil ama ağırıma gittiği için açıklamak zorunda kaldım, cenazesinden misafirlerine kadar biz ağırladık. Çok özür diliyorum, cebinde paran var mı yok mu, diye sorduk. Biz bunu cezaevine attırmadık. Alacağımız olduğu halde ne babasına ne falana filana, hacze, icraya… Öyle bir şey de yapmadık. Ha, bu olaydan sonra yaptık. Bu olaydan sonra… Metro 1,5 aydır meydanda. Birkaç sefer çağırdım gelmedi. Ya nedir, sen bu işin neresindesin? Diye. Bu olaydan sonra kızdık yaptık. Ama bu olay patlak verene kadar hiçbir şekilde biz buna kötülük yapmadık. Bu bize bunu yaptı. Yine Tavşanlı halkından Yusuf Karacan’ı gördüklerinde ne yapmak istediğini sormalarını istiyorum. Bir açıklaması varsa da desinler ki, arkadaş siz bu adama bunu yapmışsınız da bu adam size bunu bundan yapmış.
Biz bu adamın borcunu ödüyoruz hala. Daha 19 ay 20 ay da ödeyeceğiz. Hani dostun attığı gül bizi yaralar misali, bu bizi yaraladı.
M.U. : Bu sorununuzu da bir şekilde aşmanızı ve hizmete devam etmenizi dilerim. İşin bir de eğlenceli kısmı var. Ördek tabiri halen var mı?
A.İ.G.: Var. Ördek tabiri var. Bazı kendini bilmez insanların demesiyle ortaya çıkmış sonra sonra yerleşmiş bir tabir.
M.U. : Meslekte yerleşmiş bir tabir…
A.İ.G.: Mal sahibinin yolda aracını garajlardan çıkış ücretleri ve biletlerle takip etmesi mümkün. Araçlarımız tabi, garajdan almadığı, yol üstünden aldığı yolcuyu da taşıyor. Bunlar personelin vicdanına kalmış şeyler. Bunlar biliniyor. Bu bilinir, az şey yapanı makbuldür personelin. Eskiden bir sigara parasıydı, gömlek parasıydı aldığı ördek.
M.U. : Garsonların bahşişi gibi bir şey yani.
A.İ.G. : Gibi ama tam olarak öyle değil. Bu son zamanlarda ekonominin sıkıntıya düşmesiyle beraber, kredi kartı borçlarının çoğalmasıyla birlikte ördek meselesi de mal sahibini acıtır hale geldi.
M.U. : O zaman bu ördek meselesi de ciddi bir mesele halini almış. Az önce de biraz konuştuk sorunları bir de her işin can sıkıcı tarafları vardır. Sizin işinizde bunlar nedir?
A.İ.G. : Her zaman iddia etmişimdir, trafik polisleri ile şoförler aslında meslektaştır. Ama biz bunu trafik polislerine hele hele 3–5 senelik yeni mezunlara bunu anlatmakta zorlanıyoruz. Veya anlamak istemiyorlar. Bizi hep suç işlemeye meyilli, potansiyel suçlu gibi görüyorlar. Aslı öyle değil ama. Araçlarımızda takograf denilen bir cihaz var. Hız limitimizi, nerede ne kadar araç sürdüğümüzü, nerede ne kadar mola verdiğimizi gösteriyor. Bazen bunlara uyulmuyor, evet. Niye? Saatli kalktığımız yollarımız var, yolcuyu bekliyorsun, tam mola biteceği zaman yolcu tuvalete gidiyor, yolda trafik kontrolü oluyor onunla oyalanıyorsun, bilgisayardan araştırma yapıyorlar biraz zaman alıyor. Bir trafik kontrolü 20–25 dakikamızı alıyor. Ne oluyor? Perona geç kalmaya başlıyoruz. Dönüşte yolcu alacak. Bu arada ister istemez de kural ihlali oluyor. Trafik polisleri de aslında bizim sıkıntılarımızı çok iyi biliyorlar. Kaptanımızın arkasında 40 tane yolcu var. İçlerinde çok kuralcı insanlar da var. Hepsinin birlikte şoförün yaptığı hataları kaldırması mümkün değil. Hatalı sollama yaptığı zaman aynaya bakamaz şoför. Hatta içlerinden çıkıp da laf eden bile olur. Bunları göz ardı edip de her otobüs şoförünü potansiyel suçlu gibi görmeleri bizi rencide ediyor.
M.U. : Aslında trafik polisleri işlerini yapsınlar, yapsınlar ama yaparken anlayışlı olsunlar, potansiyel suçlu muamelesi yapmasınlar, vaktinizi heba etmesinler.
A.İ.G. : Bir kamyoncu öyle değil mesela. Hata yaparsa kendisi biliyor ya da tespit ediliyor. Bizim, bir hata yapmamız durumunda adam iner inmez telefon ediyor firmaya veya hemen trafik polisine şikâyet ediyor zaten. Çok zorunlu olmadığı zamanlarda kontrollerden otobüslerin muaf tutulmasını istiyoruz.
İkincisi, biz kışın yolcu bulamıyoruz. Zaman zaman sefer iptal etmek durumunda kalıyoruz. Eskiden bunlar bize çok koymuyordu. Senede üç tane beş tane oluyordu yolcusuz seferimiz. 500–600 lira yakıt parası bizi etkilemiyordu. Şu anda etkiliyor. Bazen yakın saatli seferleri birleştiriyor bir araç yapıyoruz. Ondan sonra yolcu geliyor, bize bağırmaya başlıyor, nasıl iptal edersiniz? Yahu arkadaş, bir sen varsın işte. Böyle sıkıntılar yaşıyoruz. Tamam, yolcuyu bazen sıkıntıya düşürüyoruz belki ama bizim de anlayışa ihtiyacımız var. Anlatıyoruz deminden beri.
Artı, garaj çıkış ücretlerinden sıkıntımız var. Tabir-i caizse yolunacak kaz gibi görüyorlar bizi. Burada veriyoruz, Kütahya’da giriyoruz çıkıyoruz veriyoruz, Eskişehir’de veriyoruz, Ankara’da veriyoruz. Dönüyoruz, yine vere vere giriş çıkışlar… Topladığımız paranın yüzde 40’ını garajlarda giriş-çıkış parası olarak veriyoruz. Biz bir hizmet veriyoruz. Hizmetin iyi yapılabilmesi için standartların olması lazım. Standardın olması için de bizim bir yerlerden kollanmamız, desteklenmemiz lazım. Yerel yönetimler bizi basit matematik tabloların içine oturtuyor. İşte 46 yolcu var şu kadardan şu kadar eder falan. Çok da bilmeden şu kadarı masraf falan… Sanki çok da iyi paralar kazanıyoruz zannediyorlar. Ama inanın zaman zaman şahit oluyoruz senetlerini ödeyemeyen arkadaşlarımız var. Sıkıntıya düşüyor, önceden kazandıklarını takviye ediyor, anadan babadan kalma tarla, ev gibi şeyleri satıyor. Böyle böyle bu işi götürmeye çalışıyoruz.
M.U. : Bütün bunların yanında işinizin sevdiğiniz tarafları olmalı. Çok sevdiğiniz tarafları neler?
A.İ.G. : Bu işin de elbet sevilecek tarafı var. Şu: Dört sene taşıyorsun bir talebeyi, beşinci sene bakıyorsun yok. Bir ara görüyorsun, hayırdır falan, biti ağabey, ben doktor oldum, öğretmen oldum, gibi şeyler duymak çok hoş. Mutlu oluyorsunuz. İnsana emek vermişsiniz, paralı parasız getirmiş götürmüşsünüz. Devamlı gidip gelen bir hastayı görüyorsunuz sonra, iyileşmiş olduğunu öğreniyorsunuz. Bazı anlar oluyor ki ağabey kardeş gibi oluyoruz. Sonra düğünlerine, cenazelerine çağrılıyorsun, gidip geliyorsun… İyi bir diyalog gelişiyor. Birçok insanlar tanışma fırsatı oluyor.
M.U. : İşin bir de şu yönü var, Tavşanlı’ya kimlerin gelip gittiğini çok iyi biliyor olmalısınız.
A.İ.G. : Çok yabancı geldiği zaman falan, tabi öğrenci olmayacak yaşta, dikkat çekici olanlar… Şoförlerimiz, muavinlerimiz sorup öğrenmeye çalışıyorlar. İlgileniyorlar.
M.U. : Şehirlerini sahipleniyorlar yani. Tavşanlı Otogarı yeterli mi sizce?
A.İ.G. : Yazıhane ortamı olarak yeterli. Araçlar için yetersiz. Şöyle ki, bizim girişin köşesindeki yeri belediye alacak. Mahkemelikti, belediye kazanmış. Orayı da alırsa biraz daha genişleyecek. Burası otopark gibi de kullanılmaya başladı. Özel araçlarını getirip koyanlar oluyor. Gündüzleri çok sıkıntı oluyor. Kontrol bariyeri denilen otopark olabilir.
M.U. : Belediyenin denetiminde değil mi giriş-çıkışlar? Büyük şehirlerde özel araçların bu tür alanlara girmesine izin verilmiyor. Verilse de dakikalık duruşlar yapabiliyorsunuz.
A.İ.G. : Evet, yapılsa iyi olur.
M.U. : Merak ettiğim bir şey daha var. Uçaklar, yani havayolu şirketleri sizi sahiden etkiliyor mu? Kampanyalar yapıyorlar bazen.
A.İ.G. : Bizim İstanbul bağlantılı Antalya seferlerimiz de var. Zamanında 60-65 liraya bilet sattı hava yolu şirketleri. Bizim bu fiyatlara otobüs bileti kesmemiz mümkün değil. Uçak boşken şu kadar indirim, belli orada doluysa şu kadar indirim gibi uygulamalar yapıyorlar. Bunların bize zararı oluyor, mutlaka oluyor. Bir de merak unsuru var. Eskiden uçağa belli gelir düzeyine sahip insanlar binebilirdi. Uçak biletleri ile otobüs biletleri arasında uçurum vardı. Şu an normal fiyattan da olsa denemek adına biniyorlar uçağa. Kredi kartlarının verdiği hediyelerle uçağa biniyorlar.
M.U. : Sorularımızı cevapladığınız için teşekkür ediyoruz. Bütün sektörler gibi sizin de sancılarınız var. Dileriz bu sıkıntılar tez zamanda aşılır ve Tavşanlı ekonomisine olumlu katkılarınızı daha çok görürüz.
A.İ.G. : Ben teşekkür ederim, bunları dile getirmemize vesile olduğunuz için.

16 Eylül 2008

KURTULAN TARAFTA OLMAK


KURTULAN TARAFTA OLMAK
1922 yılında tam burada yaşıyor olsaydım kurtulan tarafta olmaktan dolayı büyük sevinç duyardım. Tarih beni işgalci sıfatıyla anmayacaktı çünkü. Şimdi bunca zaman geçiyor ve ben hala kurtulan taraftayım.
Sadece tarihin anması lüzumlu bir şey de değil aslında. Kurtulan tarafta olmak beni incitiyor. Her kurtuluş töreni beni aynı zamanda üzüyor. Kurtuluş günlerinin şenlik havasında geçmesi ayrı bir üzüntü vesilesi benim için. Niçin seviniyoruz? Kurtulmanın gerektiği bir duruma düştüğümüz için mi? Kurtulmayı başardığımız için mi? Kendi elimizle düştüğümüz her durumdan kurtuluş aslında durup düşünme zamanıdır. Mademki bir şans daha kazandık, durup düşünmeliyiz. Seviniyoruz çünkü kurtulduk. Hangi şeyden? İşgalden.
Düşman işgalinden kurtulduk.
Ne kadar muğlâk bir cümle!
Bu gün kurtulma isteğine niçin sarıldığımız sorulsa ne cevap vereceğiz acaba? Hangi maddeler olacak cevabımızın içinde? Öyle kalsaydık, kurtulma azmimiz akamete uğrasaydı? Neden kurtulunması gereken bir hale düştük? Bunda bizim suçumuz neydi ki bu hale düşmüştük? Şimdi hala bir şeylerden kurtulmaya ihtiyacımız var mı? O gün kurtulmak isteyen insanlar ile aramızdaki farklar nelerdir?
Durup düşünmek gerekmiyor mu?
Kurtuluşu festivale dönüştürmek yerine kurtuluşun hüznünü ve efkârını (fikirler, düşünceler) konuşmalı değil miyiz? Hep kurtulan tarafında olmak beni incitiyor aynı zamanda. Av avcı ilişkisi gibi bakınız olaya. Tarihi ve insani bir meseleye böyle bakmak kaba gelebilir belki ama yine de bakınız. İçimizdeki avcılar tarafından vurulup dışımızdaki avcılar tarafından yenmek üzere sofraya konulmak sonrasında, o ziyafet sofrasından bir şekilde kurtulmak… Şimdi aynı şekilde bakabiliyor musunuz kurtuluş günlerine?
İçimizdeki avcılar mı?
Bilmiyorum onlar da kurtuluş günlerinde sizinle aynı sevinci paylaşıyorlar mı? Sahi bizden biri oldukları için bizim gibi görünmek isteyeceklerdir. Bu bambaşka bir konu, ayrıca ele alınmalı. İçimizdeki avcılar için ayrı bir sayfa açılmalı.
Kurtulan tarafında olmak beni üzüyor, derken Yunanlı olmak hevesinden bahsetmediğimi anlamışsınızdır sanırım. Şimdi bir de onun için mürekkep tüketmeyelim. Kurtuluş için savaşmak zorunda olan bir milletin devamıyız. Savaş sözcüğü sadece ama sadece tarihe ait bir kavram olduğunda güzeldir bugünkü nesiller için. Savaşma seviş hürriyetinin algılayıcısı embesil nesli kim başımıza musallat ettiyse artık, algı o günden beri değişti. Savaş kelimesinin başına “Kurtuluş” ya da ne bileyim tarihi bir algı kelimesi getirmezseniz onlar ürkeceklerdir. Ki, savaşmak yerine sevişmeyi önerdiler onu da beceremedi bu embesil nesil. Kurtulmak fikrinin esasını anlayamadığımız için festival veya şenlik haline getirdik ya zaten.
Yurtta elbette sulh olacak ama cihanda sulhu bulmak mümkün değil. Biz tam tersini yapmadık mı? Yurtta savaş hali oluşturup cihanda barış aradık. (Kaba tabirle söylemek istemiyorum, zaten anlaşılmıştır.) Bulamadık. Yurtta sulhu yakalayıp cihana da sulhu biz getirmeliydik. İlke buydu. Lafı tersinden anlamak tam olarak bu işte! Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesini anlamak için deha olmaya mı gerek vardı yoksa insan olmaya mı? Hangisi değiliz söyler misiniz? Yurtta kendi kendimizi işgal etmişken kurtuluş festivalleri neyi ifade ediyor yani?
Etrafınıza bir bakınız.
Hiç birimiz bir diğerinin düşüncesinden memnun ve hoşnut değiliz. Herkes karşısına birini alıp öcü gibi görüyor. Kendi vatanımızı kendimizden kurtarmaya çalışan örgütler var. Kimi bu vatanı dinden kurtarmaya çalışıyor kimi dünyadan. (Argümanları tam yazmaya hacet duymadım.) Kimi de kendi başına buyruk. Gemisini kurtaran kaptanlarla pazarlık yapıyoruz her demokrasi meydanında.
Kurtulan tarafta olmak ne kadar zor görüyor musunuz?
Hele kurtulmadığını, aynı belaları farlı şekilde yaşayıp gittiğini bilmek daha da zor. Açıkçası, kurtulup kurtulmadığını anlayamamak daha da kötüsü. Yunan gitmiştir. Bu ve benzeri bütün yabancı işgalciler gitmiştir. Kovduk onları. Hatta denize döktük. Karpuz kabuğu gibi kıvrılıp kaldılar denizde.
Öyleyse niye hastalıktan kurtulan bir adam gibi kalkıp işimize bakmıyoruz? Niçin hala benzimiz sarı? Niçin hala başucumuzda ilaçlar ve doktorlar bekliyor? Niçin hala hastalıklı muamelesi görüyoruz? Niçin hala barut kokuyor bahçemiz? Hangi şeyden kurtulmuştuk? Hangi şey musallat şimdi? Yok yok, kurtulduğumuz şeyden hemen sonra başka bir bela gelip bulmadı bizi. Aynı belanın devamı bu. Hiç sevinmeyin henüz kurtuluş savaşı bitmedi. Savaş deyince ürken nesiller yetiştirmeye devam edin. Tırsak oğlanlarla yapışkan kızlar lazım bize. Yoksa kiminle kutlayacağız kurtuluş festivallerini?

08 Ağustos 2008

Kelimelerin Gücü



"Bana Arşimet'in manivelasından bahsetme. O, riyazi tasavvur kuvvetine sahip, unutkan bir kimse idi. Matematiğe hürmet ederim, fakat benim makinelerle hiç bir ilgim yok. Sen bana yerinde ve doğru bir kelimeyi ve hatasız vurguyu ver, ben dünyayı yerinden oynatayım." Joseph Conrad

"Yerinde bir kelime ile hemen hemen yerinde bir kelime arasındaki fark, şimşek ile ağustos böceği arasındaki fark kadardır." Mark Twain.

Çocukluğumun çizgi filmleri arasında haçlı simgesi ile bir Heman vardı. "Gölgelerin gücü adına!" diye bağırırdı. İşte, gerisini biliyorsunuz... Şimşekler, gürültüler falan bayağı bir değişim olur, güçlenirdi. Heyecanla izlerdik. Her seferinde İskeletor'u yener, bizi rahatlatırdı.
Şimdi ben çıkıp kalabalığın ortasına bağırsam, "Kelimelerin gücü adına, lütfen susun!" desem.
Kelimelerin gücünü anlatan bir kompozisyon yazmanızı isteyen bir sınavda olduğunuzu düşünün. (Garip bir tasavvur istiyorum ve bunun farkındayım.) Kağıda sadece tek bir harf yazmanız bile sınavı başarı ile geçmenize sebep olabilecek kadar güçlü bir sebeptir. Biz insanların en ayırıcı vasfı olan konuşmanın ve yazmanın aracıdır onlar. Harfler, kelimeler...
Leziz, kelimesini çok severim. Bana sevdiğim şeyleri hatırlatır hem de bütün koku, tat ve şekilleriyle. Amca oğlumun uzunca bir dönem her gördüğü güzel şey için bu kelimeyi kullanması beni bu kelimeden ve oluşturduğu etkiden soğuttu.
Ne anlatmaya çalıştığımın farkına varmış olmalısınız. Çocukların yeni öğrendikleri Nasrettin Hoca fıkralarını ilk defa duyuyormuş gibi dinlemek zordur. Daha da zor olanı her anlattıklarında aynı gülüşü ve etkiyi beklemeleridir.
Kelimeleriniz ne kadar güçlü olursa o kadar kolay ilişkiler kurabilirsiniz. İletişim kurmanın belki en temel kuralı budur. Doğru kelimeyi, doğru zamanda, doğru vurgu ile kullanmak.
Muhatabınızı afallatmadan konuşabilirseniz, güçlüsünüzdür. Kelimeler işte o an size güç verir. Aksi durumda kelimeler sizi çok çabuk rezil eder. Foyanız çok çabuk ortaya çıkar. Cilanız kararır. İroni kelimesini yeni öğrenen (Duyan) bir arkadaşımın, öykü konuşulan bir ortamda hiç de alakasız bir öykü üzerine aniden, "İronik bir durum." deyivermesi herkesi susturmuştu. Hafif yollu baş sallama ile sohpet bitti. Ya biri sorsaydı kullandığı kelimenin anlamını.
Bazen kendimi o kadar güçlü hissediyorum ki, bu gücümü kelimelerle ifade etmekte zorlanıyorum. Bu durumun yine kelimelerin tesiri olduğunu bildiğim halde susup kalıyorum. Kelimenin gücü biraz da dinginliktedir. O yüzden büyük bir susmanın sonunda çıkan kelimenin tesiri daha büyüktür.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...